Cinayet, Emniyet, Empati...

Bizim İstanbul Gümüşsuyu’ndaki ev, 4 Mart 2005 tarihinde soyuldu. Evde yoktum. Ankara’dan İstanbul’a dönerken, uçağa ilerlediğim anda gelen telefondan evin soyulduğunu öğrendim.

Haberin Devamı

Olaydan iki saat sonra eve geldiğimde, sokak, polisle kaynıyordu. En büyük darbe bana gelmişti. Çünkü, hırsız, içinde 140 sayfası yazılmış bir kitap taslağının yer aldığı diz üstü bilgisayarımı, kitap taslağının kaydedildiği disketlerin bulunduğu, içinde üniversitede verdiğim dersin notlarından başka bir şey bulunmayan bir çantayı ve pasaportumu alıp kaçmıştı.

Eve doluşan polisler, her yere parmak izi amacıyla toz serpmişler, evi batırmışlar ve büyük bir ciddiyet içinde çalışıyorlardı. O sırada, telefon çaldı. İstanbul Valisi Muammer Güler arıyordu. Yanında Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın da bulunduğunu söylüyor ve “Geçmiş olsun” dileklerini iletiyordu. “Birazdan Sayın Bakanımız da arayacak” diye ekledi.Telefonu kapattıktan bir dakika geçmeden İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu aradı. Mülkiye’den iki sınıf önümdeydi. Okul arkadaşıyız. O da “geçmiş olsun” dileklerini iletti.

Haberin Devamı

Medyaya da konu olduk. Bu kadar üst düzeyde bir ilgiden sonra, hırsızın yakalanacağını kuvvetle tahmin ediyordum. Celalettin Cerrah’ın“Bunların her birine bir güvenlik elemanı veremeyiz. Güpegündüz evi soyuluyor; biz ne yapalım” diye bir demeç vermiş olmasına rağmen tahmin ediyordum. Bir televizyon kanalına çıkıp, “Böyle konuşmaya hakkı olmayan tek bir kişi varsa, o da İstanbul Emniyet Müdürü’dür. Yani, eve girilip cinayet işlense, ‘Ne yapalım kardeşim, olay güpegündüz cereyan etti’ mi diyecekti? İstanbul Emniyet Müdürü, şehrin gecelerinden mi sorumlu?” gibisinden tepkimi belirtmiştim. Gerçi, Cerrah’ın gece de emniyet müdürlüğü yaptığı söylenemezdi ama. Her gece o düğün senin, bu davet benim diye koşuşturmaktan ve ikide bir havaalanına gidip onu bunu karşılamaktan, Vali’nin yanıbaşında protokol işlerine dalmaktan görev yapacak pek vakti olmadığının farkındaydım.

Bir Pazar günü Ertuğrul Özkök’le öğle yemeğinde ona, Emniyet Müdürü’nün tuhaf demeçlerini anlattığım sırada, telefonum çaldı. Karşımda Celalettin Cerrah! Bana “müjde” veriyordu. Bizim evi soyan çete yakalanmıştı. “Yani, hırsız ele geçti mi?” diye sordum. O hariç, herkes yakalanmış. Hırsızı bizim sokağa getiren taksi şoförü, erketesi, yardımcısı vs. Hırsızın adı sanı da belli imiş. Genç bir sabıkalı. Adını da öğrendim, fotoğrafını da gördüm.

Haberin Devamı

Sonuç? Aradan iki yıl geçti, hırsız yakalanmadı. Alaeddin Çakıcı’yı yakalayan polis, bizim gariban hırsızı her şeye rağmen yakalayamadı.

O gün bugündür, Emniyet’e ve başta İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’a güvenim sonsuzdur... 

***       ***      *** 

1990 yılının Eylül ayında, New York’ta Peninsula otelinin lobisinde bekleşirken, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın benimle konuşmak istediği bildirildi. O güne dek, Özal ile başbaşa hiç görüşmemiştim. Odasına çıktım. Karşısında yer gösterdi, çay söyledi. Ve, Türkiye’de can güvenliği ilgili bir sorunum olduğunu duyduğunu, konuyu benden duymak istediğini belirtti. Açık yürekli bir konuşmanın ardından, “Türkiye’ye dönünce bir bakayım duruma” dedi, “Abdülkadir’le bir konuşayım...”

Haberin Devamı

İçişleri Bakanı o dönemde de Abdülkadir Aksu idi. “Efendim, zahmet etmeyin” dedim, “Sağolsun ilgilendi. Şu anda İstanbul’da bizim evin önünde bir polis koruması oluşturdu.”

Özal, önlem alınmış olmasından rahatlamıştı, “İyi, o zaman” diyecek oldu; ben devam ettim: “Yalnız şunu eklememe izin verin: Bizim ev İstanbul’da Göztepe’de bir giriş katı. İki hafta önce, bizim evin bir üst katı soyulmuş. Hırsız, bizim evin parmaklıklarından tırmanarak üst katı soymuş ve elini kolunu sallaya sallaya gitmiş...”

Özal, daha sonra onu daha yakından tanıdığımda öğrendiğimce, sinirlendiği vakitlerde yaptığı gibi üst dudağını alt dudağını içine gömdü ve “Anladım” diye mırıldandı... 

Haberin Devamı

2004 yılı Ağustos ayında bir haftalık dergi, beni kapaktan hedef göstermişti. Devlette çok yüksek görevlerde bulunmuş güvendiğim bazı dostlar, ciddiye almamı ve önlem alınması için bizzat İçişleri Bakanı ile görüşmemi salık verdiler. Dediklerini yaptım.

İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, -yine sağolsun- hemen randevu verdi ve makam odasında durumu anlattığımda telefona sarılarak, İstanbul Valisi’ni aradı. Gerekenin yapılmasını ve oturduğum sokağın güvenlik altına alınmasını şifahi olarak istedi. Vali, benim bürokratik olarak neler yapmam gerektiğini Bakan’a söylemiş, o da bana aktardı.

İstanbul’a dönünce, bana söyleneni derhal yerine getirdim.

Sonuç?

Haberin Devamı

Hiç bir şey yapılmadı. Ben de peşini bıraktım. Başbakan’ı arayacak halim yoktu.

***      ***      *** 

Hrant’ın öldürülüşünün bir gün sonrasında, gece oğlu Arat, kızı Delal ve gelini Karolin’le birlikte evlerine gidiyordum. O gün, Arat, Terörle Mücadele’ye gitmiş, kendisine bazı görüntüler gösterilmişti. “Sence, bulabilecekler mi? Nasıl bir izlenim aldın?” diye sordum. “Bulamamaları mucize olur” karşılığını verdi. Bense, bizim evin hırsızlık serüvenini anlatacak oldum ama Arat’ın canını sıkabileceğimi düşünerek fazla uzatmadım.

Aradan birkaç saat geçti ve Ogün Samast’ın katil zanlısı olarak Samsun’da yakalandığı haberi geldi. Şu ana dek, Ogün Samast ismiyle başlayan isimler ve olaylar zinciri, bir Rus bebeği “matruşka” haline dönüştü. Neyi açsanız, içinden açılacak bir “bebek” daha çıkıyor.

İki hafta içinde ortalığa neler serilmedi ki... İstanbul Emniyeti, Hrant Dink’in vurulacağından neredeyse bir yıla yakın süredir haberli imiş. Trabzon Emniyeti’nin, Pelitli’de katil ve azmettiricilerinin tümünü bildiği anlaşıldı. Herşeye tüy diken ise, Samsun Emniyeti ile Jandarması’nda Ogün Samast’a kahraman muamelesi yapılması. Yakalandıktan sonra Ogün Samast ile bayraklı anı fotoğrafları çektirmek için yarışan iç güvenlik örgütü mensupları!

Bu işin sonu nereye varacak, herkes gibi, ben de nefesimi tutmuş izliyorum... 

***     ***     *** 

Hrant Dink cinayetinden iki hafta sonra ulaştığımız nokta, bazı acele yorumları haklı çıkartmadı. Hani, Ogün Samast’ın beyaz beresi ve cinayet tabancasını, Trabzon’a döndüğü vakit, Pelitli’deki mahalle arkadaşlarına “hava basmak” için üzerinde bulundurduğuna hükmeden yorumlar. Bu yorumlar, cinayetin o kadar da anlaşılmaz olmadığından yola çıkıyor ve olan-biten için Ogün Samast ve arkadaşlarına “empati” yapılması gerektiğini vurguluyordu.

Yani, kendimizi Ogün Samast ve arkadaşlarının yerine koyarak, düşünmek gerektiği.

Bu iş daha karışık. O kadar basit olmadığı ortaya çıktı.

Gerçi, bu, en başından beri belliydi ama ben yine de, bana yapılan “empati” çağrısına uymayı denedim. Özellikle, Ogün Samast’ın halini “en iyi benim anlamam gerektiği” yazıldığı için. Katil ile aynı yaşlarda “devrim ateşi yakmak için yollara düştüğüm” ve “Filistin’e herhalde çelik çomak oynamaya gitmediğim” hatırlatıldığı için. Ogün Samast’ı ben anlayabilirdim. Benden beklenen buydu.

Böylesine bir “eşleştirme” ne kadar isabetsiz ise de, “mazoşist” bir duyguyla, Ogün Samast’la, Yasin Hayal’le “empati” yapmaya uğraştım. Heyhat! Olmadı. Olmuyor...

Niye olmuyordu acaba?

Çünkü, ben, geçmişime atıf yapılan dönemde Ogün Samast’la pek aynı yaşta değildim. 23 yaşındaydım. O yaşlarda 6 yaşlık fark, bir ömür kadar fark gibidir. Mülkiye’yi hiç sene kaybetmeden bitirmiş, ODTÜ’de uluslararası ilişkiler asistanı olarak akademik hayatın içine girmiştim. Eline silah verilip, hiç tanımadığım bir insanı öldürmek için yola koyulacak özellikler taşımıyordum. Kimsenin de bana böyle bir şey önermek aklından geçemezdi.

Çok gayret ettim ama kendimi Ogün Samast ile Yasin Hayal’in yerine koyamadım.

“Filistin”e niye mi gittim?

O yıllarda, şimdiki 301 gibi, nalıncı keseri gibi istediğini kesen TCK’nın 142. Maddesi vardı. 142. maddeden 9 yıl hapis yemiştim. Bir derginin yazı işleri müdürü idim. Biri “mizah örneği” olarak dergiye konulan 1919 tarihli, diğeri kendimin yazmadığı iki yazıdan toplam 9 yıl hapis cezası verildi. Savcı ve yargıçların, “mizah duygusu”nun bizimkinden farklı olduğunu öğrendim. Mülkiye’nin saygın hocalarının olumlu bilirkişi raporuna rağmen mahkum oldum. (Bilirkişilerden biri Prof. Bahri Savcı, diğeri bir suikastla 17 yıl önce bugünlerde yitirdiğimiz Prof. Dr. Muammer Aksoy idi). Adalet cihazı, o zaman da bugünküne benziyordu. Siyasi iklime göre karar verilirdi. Bizim karar celsesi, 12 Mart müdahalesine denk gelmişti. Hapse girmemek için ülkeyi terk ettim.

Benim gibi ülkeyi terkedemeyenlerin bir bölümü işkencelerden geçti, hapse atıldı; üçü de gepgenç yaşlarında, tek bir kişiye kurşun sıkmamış oldukları halde, bugün vicdan sahibi herkesin vicdanın sızlatan bir “adalet faciası” sonucunda ipe gönderildi.

Gittiğim yer, çelik çomak oynanan bir yer değildi. Bu, doğru.  Orası, ciddi ve acılı bir yerdi. Yarısı ülkesinden zorbalıkla sürülmüş, diğer yarısı işgal altında bulunan bir mazlum halkın, Filistin halkının kurtuluş mücadelesi idi. O genç yaşta oraya mensubiyetimi hala gururla taşıyorum.

Bir küçük not: Bana ilişkin bilgilerde belirtildiği gibi Bekaa Vadisi’nde hiç bulunmadım. Hiç silah kullanmadım. Ne o dönemde, ne sonrasında. Bir yılı aşkın süre, Beyrut’ta bir Filistin Mülteci Kampı’nda, halkın içinde yaşadım.

Olmuyor. “Eşleştirme” tutmuyor. “Kriminel” bir durum söz konusu olunca, “empati” de yapamıyoruz. Kendimizi Ogün Samast’ın, Yasin Hayal’in yerine koyamıyoruz. Bu durumda “empati”nin sonu da yok. Ogün Samast’la birlikte bayrak önünde fotoğraf çektiren polis ve jandarma ile de “empati” yapmalı mıyız?

***       ***       *** 

Pelitli ve nice Pelitli’nin okey masalarında ve internet kafelerindeki işsiz ve cahil genç yığınları üzerine eğilmeli. Ama, “sosyolojik tahlil merakı”nı gidermekten ziyade, buraları “katil atölyeleri” potansiyeli taşıdığı için.

Bu arada, bir “empati” davetiyesini de Hrant Dink ve onun gibiler için ben talep etsem ve şunu sorsam? Niçin Gedikpaşa’daki yetimhane, Hrant Dink’ten bir “Taşnak militanı” çıkartmadı da, yüce yürekli, barışçı bir sevgi insanı üretti?

Niçin Hrant Dink, Ogün Samast’ın, Yasin Hayal’in yaşındayken, Tuzla Çocuk Kampı için ömrünü tüketiyordu? Hrant Dink için de “empati” yapmayı deneyemez miyiz?

Niçin, gazete başlıklarını ve köşelerini, televizyon ekranını belli isimlere olur-olmaz sıfatlar takarak 7.65 kurşunu gibi kullanmanın, toplumda “ırkçılığı” tetiklediğini ve bir “linç kültürü” oluşturmakta pay sahibi olduğunu düşünmüyorsunuz? Niçin, bu “düşünce ve ruh iklimi”nin, Pelitli’deki okey masalarında yansıdığını hiç akla getirmiyorsunuz? Niçin, 301’in Hrant’ın canını alan saldırganlığa bir “sığınak” haline getirildiği üzerinde durmuyorsunuz?

Niçin, Gedikpaşa yetimhanesinden bir Hrant Dink çıktı da, Pelitli’den Yasin Hayal çıktı? Niçin, Tuzla Çocuk Kampı kapatıldı? Niçin, Ankara, Pelitli’ye şemsiye oldu?

Bunlar ciddi sorular. Düşünmeden cevap vermemek gerek...

 

 

Yazarın Tüm Yazıları