Bu sevda tam 30 yıl önce başlamıştı

Yazımın bir bölümünü kendime, daha doğrusu gazetecilik serüvenime ayırırken, mutlu bir olayı sizlerle paylaşmak istedim. Bunu yaparken de yıllar öncesine gidip, birazdan okuyacağınız satırları yazmaya başladım.

1977 yılının Haziran ayı. Biraz ürkek, biraz da merakla merdivenleri hızlı adımlarla çıkıyorum. O güne kadar resmini ve imzasını gazetede gördüğüm insanlarla yüz yüze gelmem için arada bir tek sekreter engeli var. Hayli eski görünümlü ahşap bankonun önünde beklememi, birazdan içeriye alacaklarını söylemesiyle heyecanım bir kat daha artıyor. Evet, hayallerimi gerçekleştirmeme sayılı dakikalar var ve değil bir dakika, ömür boyu bekleyecek duygular içerisindeyim. O sıra telaşlı adımlarla yanımdan geçen foto muhabirinin üzerinde taşıdığı aksama gözüm takılıyor. Acaba bu fotoğraf makinesini, objektif çantasını ben de omzuma takabilecek miyim?

İşte o an hayallerimin başladığı bir yıl öncesine gidiyorum ve Hayat Dergisi’nin Çeşme’de gördüğüm beyaz takım elbiseli muhabirinin beni nasıl etkilediğini düşünüyorum. Ailece tatile gittiğimiz bu şirin Ege kasabasında herkesin büyük ilgi gösterdiği o muhabir değil mi beni buralara sürükleyen? Karizmatik bir duruşla etrafında pervane olan insanlarla konuşurken, yanındaki muhteşem güzel kıza direktifler vermesi, hafızamda ilk günkü canlılığını koruyor. Ve bu gördüğüm manzara, gelecekteki kariyerimin başlangıç noktası oluyor. "Evet, ben de o beyaz takım elbiseli adam gibi gazeteci olmalıyım"

HAYALDEN GERÇEĞE GİDEN YOL

O yaz tatil bitip de Ankara’ya dönünce, lise son öğrencisi olarak sınıftaki yerimi alıyorum. Ancak o güne kadar sadece derslerde başarılı olmak için dirsek çürüttüğüm ahşap sıra, başka işlere de yaramaya başlıyor. Bu kez dirseklerim iki avucumun arasına aldığım kafamı sabitlemek için sıranın üzerine konuşlanırken birbirinden güzel hayaller kurmamı sağlıyor. Öğretmen dersi anlatırken, o kara tahta gözüme sanki bir film perdesi gibi görünüyor. O yaz etkilendiğim gazetecinin kıyafetlerine ve kimliğine bürünüp haberden habere koşuyorum. Kimi zaman çok beğendiğim film yıldızlarını objektifimin karşısına alıyorum, kimi zaman karşılıksız aşkla bağlandığım İngilizce hocasını gazete sayfalarına taşımak için soru yağmuruna tutuyorum. Tabii, hafif frikik vermiş bacaklarını ön planda tutarak resimlerini de çekiyorum. İşte kurduğum bu pembe rüyalar sayesinde lise son sınıf göz açıp kapayana kadar geçiyor.

Üniversite sınavına girerken de hayallerimi yanımda taşıyorum. O nedenle de sıralamada ilk tercihlere Basın Yayın Yüksek okullarını yerleştiriyorum. Altlarda ise tıp, elektrik mühendisliği gibi o yılların gözde okulları sıralanıyor. Üniversite sınavına girmemin üzerinden iki ay geçiyor ki, ben de birçok genç gibi postacının yolunu gözlüyorum. Ve bir Temmuz sıcağında postacının elinden zarfı kaptığım anı hatırlıyorum. Parçalarcasına açtığım zarftan çıkan káğıtta "Basın Yayın Yüksek Okulu" öğrencisi olmaya hak kazandığım yazıyor.

Sekreterin "Sizi bekliyorlar" sözüyle irkilip, derin düşüncelere son vermemle, ayağa fırlamam bir oluyor. Bekletildiğim kapının ardındaki odadan içeri girince, karşımda o sıralar Hürriyet Gazetesi Ankara Haber Müdürlüğü görevinde bulunan rahmetli Ülkü Arman’ı görüyorum. Gözlüğünün altından şöyle bir süzüyor ve karşısına oturtup, sorular sormaya başlıyor. Heyecanım ve hevesim çok etkilemiş olacak ki, "Yaşın çok genç, ama senden gazeteci olur" deyip, ya spor servisinde, ya da o dönemin televizyon yıldızı ve Hürriyet Dergi Grubu Ankara Temsilcisi Güneş Tecelli’nin yanında staja başlayabileceğimi söylüyor. Tabii ki Güneş Ağabey hem ilk tercihim, hem de yaklaşık 31 yıllık iş yaşamımın startını veren kişi oluyor. O günden sonra da bir yandan çalışırken, diğer yandan da Basın Yayın Yüksek Okulu’nu bitirmeye çalışıyorum. Anlayacağınız hem alaylı, hem de mektepli olarak kariyer yapmaya başlıyorum.

Ve bugünlere gelirken, aynı kurum çatısı altında mesleğimin her aşamasından geçiyorum. Hürriyet’in 60. Yıl Dönümü töreninde 30. Hizmet Yılı Ödülü’mü alırken de, yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Teleksli ve daktilolu günler, siyah beyaz ve renkli dia filmleri yıkadığımız laboratuarlar, büyük buluş diye kabul ettiğimiz çağrı cihazları, telsizler, bilgisayar diye kullandığımız elektronik daktilodan farksız cihazlar, beynimde resmigeçit yapıyor. Düşünüyorum da avuç içi kadar dijital fotoğraf makinelerine, dizüstü bilgisayarları bile sollayıp cep telefonuna konuşlanan bilgisayarlara ne çabuk adapte olduk.

Diyanetten çevreci dolduruş

Diyanet İşleri Başkanlığı
bir kampanya başlatmıştı. Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nden çıkış alan bu kampanyayla cami görevlilerine, "En iyi çevre" ödülü veriliyordu. Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun açıklamasına göre, "En iyi bahçe düzenine sahip cami", "En iyi cami içi temizliği" gibi başlıklarda ödüller dağıtılıyordu. Cami estetiği, halılar, şadırvan, bahçe derken, din görevlileri temizliğe bir nevi evlerinin önünü süpürmekle başlıyordu. Bakın Bardakoğlu, bu girişimle neyi amaçlıyordu?

"Bahçe tanzimini teşvik edeceğiz. Ağaçlarıyla, süs bitkilerinin ekimiyle cami bahçeleri değişecek. Cami temizliği yoluyla da cemaate çevre bilincini aşılamış olacağız. Hem de çok daha temiz, iç açıcı, ferahlatıcı camilerimiz oluşmuş olacak."

Bence Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu çevreci girişimi bazı gerçekleri de gözler önüne seriyor. Eğri oturup, doğru konuşalım; İslam dinimiz çevre ve temizlik konusunda kesin hükümler içerirken, cami görevlilerine bu dolduruş neden? Yoksa birçoğu, dinimizin görev saydığı hükümleri layıkıyla yerine getirmiyor mu?

Başbakan tekbiri yanlış mı alıyor?

Uzun
yıllar Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışmış eski bir dostumla beraber televizyondaki haberleri izliyoruz. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kocatepe Camii’nde katıldığı cenaze namazının görüntüleri var. O /images/100/0x0/55ead926f018fbb8f89a973desnada ekranı biraz daha dikkatli izliyor ve "Bak, görüyor musun? Başbakan yanlış tekbir alıyor" diyor. Ben de dikkat kesiliyorum, ama yanlışın nerede olduğunu fark edemiyorum. Zaten fark edecek yeterince dini bilgiye de sahip değilim. "Ellerinin duruşuna bak" diyerek konuşmasını sürdürüyor.

"Tekbir alınırken ellerin nereye kadar kaldırılacağı bellidir ve kesinlikle parmaklar kulak memelerine değdirilmez. Ama başbakan, parmaklarıyla kulaklarına değdiği gibi, neredeyse okkalamış durumda. Dini bütün bir insanın bunu bilmesi lazım. Zaten birçok lider de aynı yanlışı yapar durur."

"Ciddi mi söylüyorsun? Tekbir getirmenin bu kadar katı şartları mı var?" gibisinden birkaç soru sorunca da, yerinden kalkıp içeriye gidiyor ve bir kitapla geri dönüyor. Kitabın adı "Kitap ve Sünnete Göre Namaz". Muhammed el-Dağıstani, Memet Şahin ve Şamil Muhammed isminde üç yazarın kaleme aldığı kitabın 50’den, 54’üncü sayfasına kadar olan bölümleri okumaya başlıyoruz. Ve bir bölüm var ki , istediğimiz yanıtı alıyoruz.

"Elleri kaldırırken başparmak uçlarını kulak memelerine değdirmenin, Resulullah (S.A.V.)’ın sünnetinde yeri yoktur. Sahih olan ise yukarıdaki hadislerde zikredilen üç şekildir. Başparmak uçlarınız kulak memelerine değdirenlerin delili ise senedi, Münkatı olan (Kesilen, aralıklı, arkası gelmeyen), zayıf rivayettir."

Üç kişinin yazdığı bir kitaptan tatmin olmadığımdan dolayı ertesi gün, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internetteki sitesine giriyorum. Zira mezhep, tarikat faktörü devreye girip, kitapta yazılanlar ona göre şekillenebilir düşüncesine kapılıyorum. Sonuçta Diyanet’in sitesinde aradığım bilgiye ulaşınca, kuşkularım ortadan kalkıyor. Fotoğraflarla namazın kılınışı bölümünde tekbir için aynen şunlar yazıyor.

"Erkekler tekbir alırken; ellerin içi kıbleye karşı ve parmaklar normal açıklıkta bulunur. Başparmaklar, kulak yumuşağı hizasına gelecek şekilde eller yukarıya kaldırılır."

Tüm bu bilgilere ulaştıktan sonra, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın parmaklarının o gün yanlışlıkla kulak memesine değdiğini ya da bir bildiği olduğu için bu yolu seçtiğini ayırt etmeye çalışıyorum. Ama çevremde bulunan kime sorduysam da ortak bir cevap alamıyorum. Kimi kulak memesine dokunulduğunu, kimi de temas olmadan kulak hizasında tutulması gerektiğini söylüyor. Anlıyorum ki, tekbir almadaki usuller üzerine toplumda bir buluşma noktası yok. Kimi bilmediğinden, kimi de bağlı bulunduğu cemaatin kurallarından, farklı davranış şekli gösteriyor.

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur

"Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur"
derler ya, geçen hafta Bilkent Üniversitesi ile Bilkent Holding’in kurucusu İhsan Doğramacı için çalışmaya başlayan Yaşar Çallı’dan ve herkesten bir sır gibi saklanan projeden bahsetmiştim. Bugün 94 yaşına merdiven dayayan İhsan Doğramacı’nın halen oturduğu saray gibi villayı müzeye dönüştürme kararı verdiğini aktarmıştım. Maalesef eşi Ayser Hanım’ın adını Aysel diye yazarken, daha vahim hatayı da kızının isminde yapmışım. Yazımda kızı Şermin Savaşçı’nın isminin yerine yanlışlıkla İhsan Bey’in kızkardeşi Emel Hanım’ın adını yazmışım. Bu hatamdan dolayı Doğramacı Ailesi ile siz değerli okurlarımdan özür diliyorum.
Yazarın Tüm Yazıları