Bu ne ters orantıdır! Filo büyüyor koltuk aralığı giderek küçülüyor

Geçen hafta Altın Portakal Film Festivali’nin kapanış törenindeydim. İnanın töreni sonuna kadar izlemeye gerek bile duymadım. Ne ödül alanları izledim, ne de daha sonraki günler ödül kazanan filmlerle, oyuncularını... Zira zaman kaybından başka bir şey değil. Zaten o sahneye çıkan ödüllü sanatçıların bir kısmının mesleğine saygısı yok ki, salonu dolduran konuklara olsun. Adam hırpani bir kıyafetle çıkıp ödülünü alıyor, üstüne de ahkâm kesiyor. Filmleri ise sonunu getiremeyecek kadar sıkıcı.

Döndüğümden beri fimlerin gösterime girdiği salonlardaki gişe hasılatlarına bakıyorum, yerlerde sürünüyorlar. Zaten bir kısmı da oynayabilecek salon ya da seans bulamıyor. Aslında suç, ödülü alan bu film ve oyuncularda değil, suç, ödül verilirken uygulanan kriter ve seçimlerde. Kısacası Kusturica skandalı ile başlayan Antalya Film Festivali, A’dan Z’ye fiyaskoydu ki, felaket bir kapanış galasıyla son buldu...
Şimdi sizlere basit birkaç soru soracağım. Ödül kazananların isimlerini hatırlıyor musunuz? Daha sonra bu filmleri seyretmek için gayret içine girdiniz mi? Yarışmaya katılan diğer film ve oyuncuların isimlerini biliyor musunuz? Ya da kıyaslamaya yönelik tartışma yaptınız mı? Sizi fazla yormayayım, inanın film ve oyuncuların hiçbirinin ismini ya bilmiyorsunuzdur ya da aklınızda kalmamıştır.

HALKIN BEĞENİSİ GÖZ ARDI EDİLİR Mİ?

Nedeni ise gayet basit... Bu festivalde sezon boyu gösterilmiş fimler yarışmıyor. Yarışmada halkın bildiği, izlediği filmler ile beğendiği oyuncular yok. Yerine kimse tarafından izlenmemiş, ya da izlenmeyen, sinema salonu bulamayan filmler yarışıyor. Hal böyle olunca da halktan kopuk bir yarışma ortaya çıkıyor.
Halbuki bu sezon gösterilmiş ve ilgi toplamış filmler yarışsa Türk Rivierası Antalya’nın da ismi duyulacak. Bakın ABD’deki Oscar törenlerine; herkes nasıl da ilgi gösteriyor. Sebebi ise gayet basit halkın bildiği, izlediği ve beğendiği filmler ile oyuncular yarışıyor. Ayrıca tören gecesi herkes kılık kıyafetiyle görsel şölene katkı sağlıyor. Hepsi takım elbise ya da smokin giymiyor ama hırpani bir kıyafetle de gelmiyor. Onun için Türkiye’de gerçekleşen film festivallerinde yarışmaya katılma şartnamesi hazırlanırken vizyona girmiş olma şartı birinci maddeye oturtulmalı.

YİYİP, DUA EDİP, SEVELİM DE BU RİTÜELLER NE OLACAK?

Bu arada Elizabeth Gilbert’in kitabından uyarlanan ve başrolünde Julia Roberts’ın oynadığı “Ye, Dua Et, Sev“ İsimli filmi izlediniz mi? Daha önce Hinduizm ve Budizmin propagandası yapılarak Uzakdoğu felsefesinin reklamının yapıldığını yazmıştım ya, bu film de onlardan biri. Ayrıca filmde baştan sona Yoga dan bahsediliyor ama Yoga ile uzaktan yakından ilgisi olmayan görüntülere yer verilmiş. Yani filmde gösterilen Hinduların ilahi söyleyip, zikir yaptıkları ayin görüntülerinin Yoga ile hiçbir ilgisi yok. Yapılan törenler, ayinler Hinduizm dininin değişik tarikatlarına ait ritüellerden ibaret.
Örneğin, orijinal Yoga Sistemi’nin en temel unsurlarının başında fiziksel duruşlar ve nefes teknikleri yer alır. Ama gel gör ki filmin hiçbir sahnesinde bu teknikler yer verilmiyor. Hinduizm Tanrılarının adlarının tekrarlandığı zikir ayinleri, sanki Yoga’da yapılan meditasyon gibi tanıtılıyor. Yoga Akademi’nin yetkilileri ile konuştuğumda da bu konudan şikayetçi olduklarını belirtiyorlar ve özetle şunları söylüyorlar:
“Filmde yer alan zikir ve tapınma törenlerinin gerçek Yoga ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi yok. Bu tamamen bir aldatmaca. Hinduizm propagandası. Bu zikir ayinleri sırasında gösterilen kendini kaybetmiş, çıldırmış insan görüntüleri, bunu Yoga sanan insanların kafasını karıştırıyor ve onları Yoga’dan uzaklaştırıyor. Oysa ki Orijinal Yoga Sistemi genç, yaşlı herkese hitap eden eşsiz bir sağlıklı yaşam rehberi.”
Bütün bunları niye mi yazdım... Sinemanın gücü sayesinde beyinlere her şey işlenebiliyor ve “Ye, Dua Et, Sev” gibi filmler öyle ya da böyle gündem yaratıyor. Siz hiçbir Altın Portakal kazanmış film üzerinde böylesine eleştiri gördünüz mü? Kazananın ismini bile hatırlamıyorsunuz ki, içeriğini tartışasınız.

BU TERS ORANTIYA BİR ANLAM VEREMİYORUM

Her geçen gün THY’nin uçak filosu büyüyor, yolcu kabinindeki koltuk arası mesafe küçülüyor ve ben bu ters orantıya bir türlü anlam veremiyorum. Hal böyle olunca da milli havayolu şirketiyle övüneyim mi, yoksa yerineyim kararsız kalıyorum. Sanıyorum bütün yolcular da benimle aynı fikirde. Kabinde fazla yolcu taşımanın maliyetleri düşürdüğünü, dolayısıyla da bilet fiyatlarının makul düzeyde tutulabildiğini söyleyen THY yönetiminin açıklamalarına ise gülüyorum. Zira iki sıra eksiltip bilet fiyatlarını üç kuruş ucuzlatması öyle büyük bir tasarruf sağlamıyor. Ayrıca, diyelim ki 157 kişilik bir uçakta 12 koltuk eksiltilse daha insani bir yolculuk yapacağız ama nerde?
Şimdilerde THY uçaklarıyla yolculuk ederken biraz uzun boylu veya yapılıysan yandın. Ya araya ayakların sığmıyor, ya da oturduğun koltuğa kalçaların. Bu arada acil çıkışların oraya gözün takılmaya görsün. Sen hazır ol vaziyetinde kan ter içinde uçmaya çalışırken o koltuğun şanslı sahipleri yayladaymışçasına ayaklarını uzatır. Üstelik acil çıkışta oturanların çevik ve herkese yardım edebilecek yapıda olması beklenirken bambaşka profildeki bir yolcuya rastlarsınız. Tıpkı benim Ankara’dan İstanbul’a seyahat ettiğim seferde olduğu gibi. Acil çıkışın sol tarafındaki koltuğunda bastonla yürüyebilen bir dede, sağ tarafında ise obez diyebileceğim bir bey oturuyordu. Hani uçağı acil terk etmek gerekse bu yolcular tıpa rolü üstlenecek.

BALIK İSTİFİ SEYAHAT EDİP DURUYORUZ

Neyse biz dönelim koltuk aralıklarının darlık sorununa. Medeni havayolu şirketlerinde bu aralık 35 inçten başlıyor, 45 inçlere kadar çıkıyor. Bizde ise 30 inçten başlıyor ki, en fazla 33 inç’e çıkıyor. Bu uzunluğun Anadolujet’de 29 inç olduğunu da vurgulayayım. Sizlere THY filosundaki iç hat uçuşlarında kullanılan uçakların yolcu kapasitesi ve koltuk aralıklarının uzunluğuna yönelik birkaç örnek vereyim. A 320-232’ler 147 yolcu kapasitelidir ve koltuk aralığı 30 inçtir. B727-800’lerde 168 yolcu 30 inçlik koltuk aralığıyla taşınır. 149 yolcu kapasiteli B 737’lerde ise bu aralık Anadolujet uçaklarıyla yarışır. Kısacası balık istifi misali seyahat edip duruyoruz.
Kısa bir süre önce bu seyahatlerimden birini yaptım ve dar alanda kısa paslaşmalarla koltuğuma oturdum. Fakat o da ne! Kalkıştan hemen sonra öndeki yolcu sırtını geriye doğru yatırıp uyumaya başlamaz mı? Ayaklarım gibi kollarımda sıkışmış bir durumda elimdeki kitabı okumaya çalıştım ama çabalarım sonuç vermedi... Baktım olacak gibi değil koltuğunu dikleştirmesi için öndeki yolcuyu ikaz ettim. Burun kıvırarak biraz öne aldı almasına da, “Beni neden rahatsız ediyorsun” dercesine suratıma ters ters bakmayı da ihmal etmedi. Oh nihayet kitabı okuyorum derken de mutluluğum kısa sürdü. Üstelik bu kez kararlı bir tavırla ricama da yanıt vermeden uyuyor numarasına yatmaya başladı. İşte o an aynı dertten muzdarip yan komşumdaki iri kıyım beyefendi devreye girdi.

MEĞER YAN KOMŞUM DANSÖZE MERAKLIYMIŞ

Cebimden 10 liralık kâğıt parayı çıkarıp ön taraftaki uyuma numarasına girmiş adamın gözüne tutarak, “Bu para her halde sizin” deyiverdi. O an öndeki zat gözlerini açıp, elini gömlek cebine attı ve pişkin pişkin “Her halde benden düşmüş olacak” demez mi? O anda kan beynime hücum etmiş bir vaziyette söylenecekken yan komşun tekrar devreye girdi.
“Beyefendi parayı veririm ama anlınıza yapıştırmak kaydıyla. Ben dansözün alnına para yapıştırmayı çok sevdiğim için bulduğumu bu şekilde geri veriyorum” lafları ağzından dökülüverdi. Açıkçası uçakta kavga çıkacak beklentisine girmişken bir anda kahkaha tufanı başladı. Bu sözlere maruz kalan ön koltuk komşusu da yanımdakilerle beraber kahkaha atanlar arasındaydı. Üstelik koltuğunu dikleştirip, “Çok mizahi yaklaştınız” demez mi! İşte o an benim de sinirlerim gevşedi ve daha makul düzeyde bir sohbete başladık. Aslına bakarsanız koltuğu yatırmak adamın en doğal hakkıydı ama koltuk aralarının darlığını düşünüp de bu eylemi yapmamalıydı. Sohbet bu çerçevede sürünce de hep birlikte THY yönetiminin kulaklarını çınlatmaya başladık.
Uçak sayısını arttırıp koltuk aralıklarını azaltarak büyüme olmuyor. Benim anladığım büyüme hizmet kalitesiyle de olur ama nerede! Marifet, kaliteyi mümkün olduğunca ucuza satıp, dünya şirketi olmakta... Koltuk sayısını arttırarak tasarrufa gitmek bana biraz ayakta yolcu taşıyan dolmuşçuları hatırlattı. Haksız mıyım?
Yazarın Tüm Yazıları