Bodrum'da Havva’nın Bahçesi’nde kahvaltı

Dönenler döndü, kalanlar kaldı. Bir de koca yazı çalışarak geçirdikten sonra yolu şimdi düşenler var. Kız arkadaş keyfi yaşıyorum bir süredir Bodrum’da. Bu keyfe köy gibi köy Gökçebel’de yaptığımız müthiş bir kahvaltı da eklendi

Canan’la Nurçin geldi. Elimizde ayçiçeği kasesi, kah bahçeye kah salona serilip uzun sohbetlere dalıyoruz.
Bundan yirmi yıl önce de bir araya geldiğimizde, ayaklarımızı altımıza alır sabaha kadar konuşurduk.
Maşallah konuşma şevkimizde bir azalma yok ama konuştuğumuz konular değişmiş. Bir zamanlar hayati saydığımız şeyler meğer ayrıntıdan ibaretmiş, diyoruz biraz da iç burukluğuyla.
Nurçin dolaşmayı sevmez; uzun, koyu sohbetlere bayılır.
Canan hem dolaşmayı hem konuşmayı sever.
Akşamları neyse de, gündüz vakti sadece deniz kıyısına gidip pineklemek ona yetmez. Yetmediğinden de geçen sabah karşıma dikildi ve “Kalk, Yukarı Gökçebel’de kahvaltı etmeye gidiyoruz” dedi..
Yukarı Gökçebel Bodrum’un sayıları git gide azalan sahici köylerinden biri. Daracık sokaklar, taş evler, taş duvarların böldüğü mendil tarlalar, eşekler, inekler...

Bodrumda Havva’nın Bahçesi’nde kahvaltı
KÖY GİBİ KÖY GÖKÇEBEL

Yalıkavak’ın burnunun dibinde olmasına karşın, biraz da denize uzaklığından ötürü siteler tarafından henüz işgal edilmedi.
Bir-iki arkadaşımın, çok sevdiğim bir heykeltıraşın atölyesi var, köy gibi köy olan Gökçebel’de. O yüzden iyi kötü bilirim, yılda bir iki giderim ama teklif Canan’dan gelince şaşırmadım desem yalan. Bırakın gözlerden uzak bu küçük köyleri, Bodrum merkezi bile doğru düzgün bilmez o.
İşin sırrı sonra anlaşıldı: Burada uzun zaman geçiren arkadaşlarından duymuş ‘Havva’nın Bahçesi’ni. Zaten onlarla buluşacak ve gidenlerin öve öve bitiremediği küçük bahçede mükellef bir kahvaltı edecekmişiz.
Havva kimdir, neyin nesidir, ne tür bir yere gidiyoruz sormadan peşine takıldım. Az gittik uz gittik, sonunda girişinde eski buzdolabı rafından kümes teline kadar farklı malzemelerden mamul bir kapı olan küçük bir bahçenin önüne geldik.
Hadi sıkıysa ayrıntıya girmeden anlat bakalım Figen geldiğin yeri...
Toz toprak daracık bir yol. İleride bir buzağı şaşkın şaşkın gelenlere bakıyor. Ortada en az yirmi horoz kesilip yere bırakılmış karpuz kabuklarını gagalıyor. Bahçe yolun solunda. Sağında da sahiplerinin evi var. Pencereler açık. Duvarda Özal’ın koca bir portresi asılı. Baş köşeyi televizyon tutmuş. Bir de kolçaklarına kenarı dantelli örtüler konulmuş bir çek-yat.
Bahçe kapısının yanındaki ocağın üzerine kurutulmak için barbunyalar, kırmızı biberler dizilmiş. Dut ağacının altınaysa plastik masalarla sandalyeler. Bizi bekleyen büyük masa dışındaki bütün masalar dolu. Kapıyı itip bahçeye adım atmamızla Havva’nın kocası bir koşu gelip bizi karşılıyor ve rezervasyonumuz olup olmadığını soruyor. Rezervasyon kelimesiyle geldiğimiz yer o kadar örtüşmüyor ki, önce afallıyor sonra kahkayı basıyoruz.

MÜTHİŞ BİR KAHVALTI

On altı kişilik masamız hazır. Peynir dışında masada duran her şey ya Havva’nın elinden ya da bahçesinden çıkma.
Reçeller, zeytinler, bembeyaz manda yağı. Domates, salatalık, roka, maydanoz ve adını bilmediğim bol yeşillik.
Ama bu kadarla kalmayacak. Gözleme, bazlama, su böreği ve kabaklı börek var sırada. Ardından yumurta, sucuk, mis gibi zeytinyağında kızartılmış patlıcanlı patates. Dur demesek Havva’nın duracağı yok. Geldikçe geliyor, yedikçe yiyoruz.
Gerçekten müthiş lezzetli bir kahvaltı.
Havva’nın hikayesine gelince... Köye gelen bir Amerikalı’ya bir gün kahvaltı çıkarmış. Adam yediklerinden o kadar etkilenmiş ki, bunu neden iş olarak yapmadığını sormuş. Sıkı sıkıya da tembihlemiş, hiçbir şeyi değiştirme diye. Gel zaman git zaman önce köyde yaşayanlar, derken civar, ünü yayılmış. Slow food’cular gelmişler merak edip. Bayılmışlar yiyip içtiklerine, aday göstermişler verecekleri ödüle. Seçilen on altı kişiden biri olmuş Havva. Şimdi İtalya’ya gidiyormuş yemek yapmak için. Ama derdi büyük. Bu güne kadar hiç otelde kalmamış. Odasını yabancı biriyle paylaşmak zorunda kalırsa diye ödü patlıyor. İlla paylaşacaksa Karadenizli bir hemcinsi olsun istiyor.
Özal’ın portresini sorduğumda, “Çok severdim rahmetliyi” diyor.
Başka kimi seversin denildiğinde “Türkan Saylan” diyor da başka şey demiyor.
On yedi liralık kahvaltı ücretini aldığında da, gülümseyip yemenisinin ucuyla alın terini siliyor.
Yazarın Tüm Yazıları