Baharla gelen yemekler ve şaraplar

Eski adamlar her şeyin mevsiminde gerektiğini söylemişler. İyi şeyler ve onlarla beraber her şey. Aslında kastedilen, insanın hayatının değişik evrelerindeki tutum ve davranışlarının o evreyle uyum içinde bulunması. Bir kutsal kitapta yazdığı gibi, çocukken çocuk gibi söylemek, çocuk gibi anlamak, çocuk gibi düşünmek, adam olunca, çocuk şeylerini bırakmaktan söz edilmekte. İddia sahibi yazar, ‘‘bilgeler der ki, genç hazırlanmalı, ihtiyar yaşamalı’’ diyor. Ama arkasından da, hafif alaycı bir üslupla, ‘‘insan doğasında bilgelerin gördükleri en büyük kusur da arzularımızın durmadan yenilenmesidir’’ diye eklemeden geçemiyor. Bu ne kadar güzel bir kusur ki, her yaşta içimizi yaşama sevinciyle doldurmakta. Madem yaşıyoruz, öyleyse hayatın hakkını vermeliyiz. Yoksa, büyük bir düşünürün sözleriyle tekrarlayacak olursak, yaşamımızı ölüm kaygısıyla, ölümümüzü de yaşama kaygısıyla bulandırmış oluruz.Yaşama sevincinin bir de kelimenin sözlük anlamındaki mevsimlerle ilgisi var. İngilizlerin sürekli havadan söz etmesinde hep bir hikmet görürüm. Havalar iki yabancı kişinin neredeyse her zaman başvurduğu bir açılış diyaloğunu oluşturur bu ülkede. Çünkü İngilizler insanın ruh haliyle havanın durumu arasında gizli bir bağlantı olduğunu bilirler. Penceremden sızan ışık bir süredir çok daha parlak. Balkona çıktığımda toprak kokusunu alıyorum. Yağmurun yıkadığı çiçekler ve otlar yeşilin yüzlerce tonu arasından fışkırmış erguvanlar, sarılar, kırmızılarla ışıl ışıl. Yazı masamın üzerindeki takvimde Akın Gürel'in ‘‘Altınoluk’’ tablosunun röprodüksiyonun albesini gözlerimi kamaştırıyor. Duvarlarının üzerinden asmaların ve çiçeklerin taştığı beyaz badanalı evlerin arasındaki dar sokaktan yukarılara doğru bakıldığında sonsuza uzanan yemyeşil dağlar aklımı başımdan alıp Ege'nin güzelliklerine götürüyor.YENİ YAZLIKLAREge, mutfağı bütün ihtişamı ile bir hafta boyunca Divan Oteli'nin restoranında sergilendi. Papatyanın, hardalotunun, turpotunun, sarmaşığın, arapsaçının, şevketibostanın en güzellerini bazen tek başına bir ot salatasının içinde, bazen küçük bir sarmısak dokunuşu ile birazcık taze soğan ile kavrulmuş olarak, bazen birkaç küçük süt kuzusu parçasına eşlik ederken yedim. Hem de kaç kez. Yine de bu tada doyamadım. Niçin yemek tanıtımları birer hafta ile sınırlandırılır? ‘‘Şunun veya bunun haftası’’ demek kolayımıza geldiği için mi acaba? Öyleyse böyle bir kolaylık uğruna o güzelim tatlardan fedakârlık etmeye itiraz ediyorum.Baharla gelen güzel bir başka haber de yeni açılan yazlıklar. Bunların ilki geçtiğimiz hafta içinde Fenerbahçe'de hizmete girdi. Divan Pub'lardan en yenisi Fenerbahçe burnuna yakın bir yerde deniz kıyısında -daha doğrusu eski tramvay yolunun üzerindeki- köşklerden birinde açıldı. Harika bir bahçe ve olağanüstü güzel bir köşkün oluşturduğu bu ortamın canlanması ve kamuya açık bir hale gelmesi ne kadar sevindirici!Bu arada Four Seasons otelinin Genel Müdürü Bay Marcos Bekhit'ten gelen bir davet çok heyecanlandırıcı idi. Four Seasons'ın New York'taki restoranının şefi Susan Weaever ile İstanbul'daki otelin şefi Carlo Bernardini'nin önümüzdeki salı günü otelin balo salonunda verilecek yemeği hazırlayacakları söyleniyordu. Bu arada Amerika'nın en ünlü şarapevlerinden Robert Mondavi'ye ait olanının bir yetkilisinin de bu vesile ile İstanbul'da olacağı belirtildi. Demek yemekte içilecek şaraplar Robert Mondavi'ye ait. Bu, en az yemek kadar güzel bir haber.Aslında Şarap Dostları Grubu'nun Swissotel the Bosphorus'taki son degüstasyonunda Bay Mondavi'nin en güzel şaraplarından biri olan ‘‘Opus One’’ı tatmıştık. Robert Mondavi'nin Baron Phillippe de Rotschild ile birlikte yaptığı bu şarap Kaliforniya şarapçılığının zirvesinde hâlâ bir yıldız gibi parlamakta. Ancak gruptaki kardeşimiz Haydi Molu'nun Kaliforniya'dan getirdiği Geyser Peak ve Sutter Home Centennial Edition da Cabernet Sauvignon üzüm çeşidinin çarpıcı örnekleri arasındaydı.Tabii tadılan şaraplar Kaliforniya ile sınırlı değildi. Şarapçılık dünyasının en önemli üzüm çeşitlerinden elde edilmiş şarapların en iyi örneklerine ayrılmış bir degüstasyon yapıldı. Her üzüm çeşidinin yeryüzündeki ölümlülerce yapılmış en mükemmel şarapları tek tek tadıldı. Örneklerin tadım sırasında kadehteki kısacık serüvenlerini izlemek bile ne kadar baştan çıkarıcıydı, anlatması çok zor. Büyük şaraplara özgü o her geçen dakika ortaya çıkan yeni aromalar, yüzlerce çiçek, binlerce meyve, ot, deri, meşe fıçı kokularının başdöndürücülüğü tek kelimeyle muhteşemdi. Bu büyük şarapların daha ilk burunda insanı büyülemesini ve kadehi sallayıp içine biraz hava kattıktan sonraki ikinci burunda verdiği yeni kokuların insanı bulutların üzerine çıkartmasını anlatabilmek için gerçekten şiirin büyülü sözdizimine ihtiyaç var.Grubun müdavimlerinden bir şarap amatörü olan Avustralya İstanbul Başkonsolosu'nun ülkesinden büyük zahmetlerle ve fedakârlıklarla getirttiği Grunge'i tattığımızda bu şarabın Avustralya'da niçin bir ‘‘milli anıt’’ sayıldığını anlamak için şarap alimi olmaya gerek olmadığını düşündük.ŞAPKA ÇIKARILAN TATHüseyin Özer'den bir Arjantin ‘‘Malbee’’ şarabı istemiştim. Çünkü Malbee üzümünden yapılmış şarabı Türkiye'de bulmak imkânsız olmasına karşın, bunların çok güzel örneklerinin Londra'da bulunduğunu biliyordum. Sevgili Hüseyin sepajları şaşırdığından olsa gerek, bize çok hoş bir Arjantin Cabernet Sauvignon'u göndermiş. Tabii afiyetle içtik. Buna karşılık Valdes Kontu'nun kendi bağlarından elde ettiği ve grubumuza hediye olarak yolladığı ‘‘Prince Fobus’’ Malbee üzümünden yapılmış şaraplar için harika bir örnek oluşturdu.Four Seasons'da tattığımız ve bu şık otelin şarap listesinde bulunan Gaja şarapları Nebbiolo üzümlerinden yapılan Barolo şaraplarının en mükemmel örneği olarak tadıldı. Fransa'nın bugünlerde biraz geri planda kalmış sepajlarından ‘‘syrah’’ (Türkçesi ‘‘Şiraz’’) ile yapılmış -ama Amerika'da şarapçılık çevrelerinde çok büyük süksesi olan- ‘‘La Turque’’ (Türk Kadını) şarabı hoş bir sürpriz oldu.Ancak sıra degüstasyonun sonunda yer alan Chateau Margaux, Petrus ve Romanee Conti'ye gelince, bir kahve molası verildi. Birer fincan şekersiz kahve ile damaklar temizlendi. Heyecan bastırılmaya çalışıldı. Herkes kendine biraz çeki düzen verdi. Tekrar masanın başına geçildi. Yeryüzündeki insanlardan çok Olimpos dağındaki Tanrılar için yapıldığı izlenimi veren dünya şarapçılığının zirvesindeki bu üç büyük şarap, gereken bütün saygı gösterilerek, teker teker tadıldı. Tanrı vergisi toprak ve iklim ile insan zekâsı, bilgi ve emeğin müthiş birleşimi karşısında şapka çıkarıldı. Kimse içilen şarapların birinin şişesinin toptancıdaki fiyatının bin altı yüz Amerikan Doları (yani üç yüz milyon Türk Lirası) ve mesela Paris'teki Tour d'Argent lokantasında altı yüz milyon Türk Lirasına satılıyor olmasından söz etmedi. Çünkü bu şarabın bir şişesini bulabilmek, Bordeaux'nun en büyük şarapçılık firmalarından Dourthe'un üst düzey yöneticilerinden Bay Leveque'in tam beş ayını almıştı. Zaten şarapların çoğu parayla değil, hatır ve gönül ve mesleki dayanışmayla elde edilmişti.Görüyorsunuz, baharla birlikte sadece havalar değil, insanın içindeki yaşama arzusu da olumlu yönde değişiyor. Eğer gerçekten her şeyin bir mevsimi varsa, yaşama sevincinin boy atmasının zamanı da mevsimlerin en güzeli bahar olmalı. Yoksa bu kadar çok güzel şey sözleşmişçesine baharda kapımızı çalar mıydı hiç?
Yazarın Tüm Yazıları