Ankara’nın dünden bugüne 88 yıllık sosyal yaşamı (I)

Başkentİn sosyal hayatı monotonlaşıp, gitgide sıkıcı bir hal alıyor. Dolayısıyla da birçok kişi nostalji yapıp, “Ah nerede o eski günler!” sözleriyle başlayan cümleler kuruyor. Kimi işi daha da ileri götürüp, Yahya Kemal’in o meşhur vecizesini diline pelesenk yapıyor: “Ankara’nın en çok nesini seversin? İstanbul’a dönüşünü”...

Peki, şunun şurasında 88 yıllık kentli tarihine sahip olan Ankara’nın dününü merak ediyor musunuz? Başka bir deyişle geçmişini araştırdıktan sonra bugünüyle karşılaştırmak için yeterince bilgiye sahip misiniz? Aslında geçmişi tam anlamıyla bilenler, siyasi cereyanların ve iktidar anlayışlarının bu kenti nedenli şekillendirdiği çok iyi analiz ediyor. Bu ve benzeri soruların yanıtı almak için uzun zamandan beri araştırıp, okuyorum. Üstelik son 45 yıllık tarihine bizzat tanıklık ettiğim için belli yargılara kolayca varabiliyorum. Sonuçta da ortaya çıkan analizi sizlerle paylaşmak için birazdan aktaracağım bilgileri kaleme aldım. Uzun olduğu için de bir bölümünü bu hafta, kalanını da önümüzdeki hafta köşeme taşıyacağım.
Ankara Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biri. Tarihçilere göre 2 bin 500 yıllık bir geçmişi var ki birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı bilinen bir gerçek. Osmanlı döneminde ise valilikle yönetilen bir sancak merkezi olmuş küçük bir Anadolu kasabası. Düşünün ki en fazla 17 bin civarında insanın yaşadığı bu bozkır kasabası sadece kalenin çevresinde kurulu ve kerpiç evlerden, çamurlu sokaklardan başka bir şeyi yok. Susuzluktan şikayetçi, fakirlikle boğuşan bu yerleşim biriminin ticari hayatı ise ne öldürüyor, ne de güldürüyor...
Kaderi ise İstiklal Harbi sonrasında değişiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olmasıyla yıldızı parlıyor, imar görüyor, her şeyi tümüyle değişiyor. Bu günkü konumuna ulaşırken de son 88 yıl içerisinde sadece Türkiye’nin değil, dünyanın en hızlı gelişen kentlerinden biri oluyor.
BOZKIRDAKİ YOKLUK İYİDEN İYİYE HİSSEDİLİYOR
23 Nisan 1923 tarihiyle, yani TBMM’nin kuruluşuyla yolculuğumuza başlayalım. 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara, genç cumhuriyetin başkenti ilan edilmesiyle sosyal yaşama tanıklık etmeye başlıyor. O güne kadar Anafartalar civarında birkaç kahvehane dışında hiçbir mekanı bulunmayan şehir, yeni yerleşimcileri için büyük sıkıntılara sebep oluyor. Ne bir otel, ne bir lokanta, ne de meyhanesi olmayan şehrin yeni fertleri ise başta İstanbul olmak üzere ülkenin dört bir tarafından gelen eğitimli bir kitle. Devlet bürokrasisi için İstanbul, İzmir gibi sosyal yaşam alışkanlığı olan şehirlerden gelen insanlar genç cumhuriyeti hayata geçirirken bozkırdaki yokluğu iyiden iyiye hissetmeye başlıyor.
Otel yerine kamu binalarında, okullarda yatmaya alışsalar da yemek yiyecek ve sohbetlere meze olacak içeceklere ulaşacak tek bir mekan olmamasına alışamıyorlar. Üstelik gece karanlığı kentin üzerine çöktüğünde tozlu topraklı yollarda tek bir insana rastlamadan birkaç cılız lamba ışığında yürümek psikolojilerini iyiden iyiye bozuyor. İşte bu esnada Ulustaki Sümerbank binası olarak bilinen yapının yerinde bulunan Taşhan’ın alt katına bir lokanta açılıyor. Lokanta ve gece kulübü işlevi gören bu mekanın sahibi ise 1917 Bolşevik İhtilalından kaçıp ülkemize gelen Beyaz Rus Juri Georges Karpovitch.
KARPİÇ’İ FERESKO’NUN BARI TAKİP ETTİ
Bu girişimci Rus, Ankara’nın sosyal yaşamında çok etkili oluyor. Zira daha sonra yine Ulus’ta Merkez Bankası’nın hemen yanındaki bahçedeki bir köşeye o meşhur Karpiç Restoran’ı açıyor. Batılı tarzda bir mutfak, beyaz örtülü masalar, şık kıyafetlerle servis yapan garsonlar ve en önemlisi orkestranın sunduğu müzik eşliğinde kulüp havasını solumak onunla gerçekleşiyor. 1953 yılına kadar, yani ölümüne kadar da Karpiç Restoran Ankara’nın en trend mekanı olmayı sürdürüyor. 1925 yılında müşteriye kapılarını açan Feresko’nun Barı gibi bazı işletmeler ise Avrupalı kadınları ve dans gruplarını getirmeye başlıyor ki müşteri profilinin ezici çoğunluğunu mebuslar oluşturuyor.
1926 yılında kurulan Anadolu Kulübü ise siyaseti, bürokrasiyi ve iş çevresini bir araya getiren önemli bir merkez halini alıyor. Ancak buraya sadece üyelerin girebilmesi özenilen, ama lokal kalan bir yaşam tarzını sunuyor. 1928 yılında eski Meclis binasının tam karşısına kurulan Ankara Palas ise tüm Ankara’ya batılı yaşamın kapısını ardına kadar açıyor. Fransızların işlettiği, aşçısından garsonuna, resepsiyon görevlisinden müzisyenine kadar yabancı personelin çalıştığı bu işletme siyasilerin, diplomatların, bürokratların ve henüz güçlenme evresini tamamlamamış iş çevresinin buluşma mekanı oluyor. Eşlerle gidilen yemeklerin, eğlencelerin de devrini başlatan bir özelliğe sahip olduğunu da ilave edeyim.
MODERN YAŞAM DENİZİ OLMAYAN ANKARA DENİZ GETİRİYOR
Artık batılı anlamda restoran, gece kulübü ve oteli olan Ankara’da balolar yapılmaya, konserler verilmeye başlıyor. Diğer taraftan ise o güne kadar bağ evlerinde ve yakın mesire yerlerinde piknik yapma dışında bir olanağı olmayan vatandaşlar için Şehir Parkı gibi gezinti alanları, yüzme havuzu gibi sosyal tesisler yapılıyor. Bir yandan opera, bale, tiyatro gibi çağdaş sanatlarla ve öz be öz Türk müziği eserleriyle tanışan Ankaralılar, öte yandan modern yaşama cevap verecek mekanlara da sahip olmaya başlıyor.
Özellikle İstanbul gibi yerleşimlerden gelenlerin deniz ve yüzme hasretine çare aranıyor. 1925 yılında o zamanki ismiyle Gazi Orman Çiftliği bölgesine yapılan üç büyük havuz tıka basa dolmaya başlıyor. Bunlar coğrafi şekillerine de benzetilen Karadeniz, Marmara ve Akdeniz havuzlarıdır.
1930’lar ise Ankara için daha verimli oluyor. Karpiç Restoran, Ankara Palas gibi işletmelerin rol modelliğinde yeni bir çok mekan açılıyor. Özellikle bu işletmelerde çalışmış ve bilgisini geliştirmiş girişimci ruhlu insanlar çoğalıyor. 1938 yılında kurulan Ankara Şehir Tiyatrosu, o güne kadar büyük ilgi gören iki sinema salonuna iyi bir alternatif oluyor. Keza 1936 yılında kurulan Çubuk Barajı mesire yeri ve gazinosu Ankaralılara yeni bir soluklanma imkanı sunuyor. 1930’da faaliyete geçen Gar Gazinosu ise Avrupalı yıldız ve revü gruplarının sahne aldığı önemli bir merkez haline geliyor. Sadece kravatlı ve takım elbiseli erkekler ile şık giyimli bayanların müşteri olarak kabul edildiği bu gazino Avrupalı ünlü yıldızlar için de iyi bir durak oluyor. Lübnan, İstanbul, Sofya gibi Avrupa’nın doğusunda kalan önemli eğlence merkezlerine Gar Gazinosu’yla beraber Ankara’da dahil oluyor.
ÖNCE AYAK DİRETTİLER ÜMİDİ KESİNCE GELDİLER
Bu süreçte Ankara, yerleşim anlamında fiziki olarak da büyümeye başlıyor. Sıhhiye, Yenişehir gibi merkezler yeni tip binalarıyla halkın ilgisini çekiyor. Ailece yürüyüşler için yeni bir rota oluyor. Genç Cumhuriyetin 1920’li yıllarda sayısı sadece üç olan büyükelçilikleri de çoğalmaya başlıyor. İtalya, Fransa ve Sovyet elçiliklerine 1930’lardan itibaren yeni katılımlar oluyor. O tarihe kadar İstanbul’da kalmaya direten birçok ülke elçilikleri Ankara’ya taşınmaya başlıyor.   
Hükümet onlar için Yenişehir ile Çankaya Köşkü arasında kalan araziyi ucuz fiyatlarla satarken başka bir akıma da öncülük ediyor. Mebuslar başta olmak üzere Ankara’da gücünü hissettirmeye başlayan iş adamları da bu bölgeden arazi satın almaya başlıyor. İnönü’lerin Pembe Köşkü, Celal Bayar’ın Beyaz Köşkü bu dönemde yapılıyor. Pembe Köşk’ün önemli bir başka özelliği daha var ki, bahçesinde Ankara’nın ilk hipodromu faaliyete geçiyor ve halk binicilik yarışlarını seyrediyor.
Aslına bakarsanız elçiliklerin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasındaki bu gecikme önemli bir beklentiden oluşuyor. Hepsi genç cumhuriyetin başkentini tekrar İstanbul’a taşıyacağını düşünüyor ve denizden mahrum Ankara’ya bir türlü prim vermek istemiyor. Atatürk’ümüzün kararlı tutumu, onun kurduğu cumhuriyetin kalıcı olacağını gösteren kökler salması fikirlerini değiştiriyor. Tabii diplomasi dünyasının gelmesiyle de batılı tarzda yaşam hızla yayılıyor.
ANKARA KAFELERİNİN ATASI BULVARDA DOĞDU
Bu günkü Soysal Han’ın yerindeki Sosyal Apartmanı’nın giriş katındaki Süreyya Restoran ve Gece Kulübü ise döneme damgasını vuran yerlerin başında geliyor. Sahibi ise Ankara’ya Karpiç Restoran’a çalışmak üzere gelen bir başka Beyaz Rus Serj’den başkası değil. Mahareti ve çalışkanlığı ile Atatürk’ün gözüne girmeyi başarmış bu Rus’a Süreyya ismini veren de bizzat Ulu Önder’in kendisi oluyor. Kaliteyi ucuza sunan bu mekan kısa zamanda ünlenip, büyük rağbet görüyor. Onun bu başarısı başka yatırımcıların da iştahını kabartıyor ve o güne kadar Meclis binası etrafında konuşlanan yeme içme mekanlarının Kızılay semtine de yönelmesini başlıyor.
Bir başka ilginç bilgi ise Özen, Kutlu gibi devrin gözde pastanelerinin açtığı çığıra yönelik. Atatürk Bulvarı üzerindeki bu pastaneler oturma gruplarını bahçelerine, hatta caddeye kadar taşırarak Ankaralı ailelerin açık hava keyfini yaşamalarına olanak tanıyor. Bir nevi günümüz kafelerinin öncüsü olan bu iki mekanın çok tutulması ise bulvar üzerinde onlarca aynı tarzda işletmenin açılmasını sağlıyor. Artık yeme içme keyfi sokaklara da taşmış, vitrinlere bakarak gerçekleşen ailece yürüyüşler için iyi bir soluklanma durağı oluyor.
1933 yılında yapım kararı alınan, bundan tam 13 yıl sonra 1946’da bitirilip, açılan Gençlik Parkı ise Ankara’ya deniz havasını getiriyor. Dev havuzun etrafındaki çay bahçeleri ve konser alanları, suyun içindeki kayıklar bir anda Ankara’nın vazgeçilmezi oluyor. Hatta ikinci dünya savaşının buhranlı günlerine ilaç oluyor. Keza Dikmen Semti’ndeki kayak yarışları, Kurtuluş tarafındaki buz paten pisti halkın ilgisini çekiyor.
Savaş yıllarının Ankara sosyal hayatına kazandırdığı bir diğer unsur ise başta Almanlar olmak üzere bilim adamlarının, sanatçıların kaçıp buraya yerleşmesi oluyor. Mimari ve edebiyatta olduğu kadar, sanatta, yeme içme alışkanlıklarında önemli kazanımlar oluyor. Batılılaşma sürecinin tam gaz sürdüğü 30’lu 40’lı yıllardan 50’li yıllara geçişimiz ise Başkentin değişime uğradığı süreci içeriyor. Gelecek hafta kaldığımız yerden devam ederiz.
Yazarın Tüm Yazıları