Güney Ege yaza hazırlanıyor Yaz başlangıcını yaşayan Güney Ege kıyılarında yaptığım geziyi anlatarak sizi kıskandırmak niyetinde değilim. Amacım masum. 15 gün sonra yaşamın nabzının gümbür gümbür atacağı bu cennetlerdeki son sakin günlerin görüntülerini sizlerle paylaşmak istiyorum.
İSTANBUL’UN TARİHİ ALANLARI
Yaz konuklarını ağırlamak için hazırlanan, son rotüşların yapıldığı Güney Ege’deydim geçen hafta. Kasabalarda, lokantalarda, plajlarda ve yazlıklarda hummalı bir koşuşturma vardı. Badanalar yapılıyor, balıklar vitrinlere diziliyor, mevsim otları mezeye dönüştürülüyor, yaz başı konuklarıyla eli kulağında olan mevsimin son provaları yapılıyordu.
İşe, bu mevsimin yol kenarı süslerinden başlamam lazım. Ağırlık sarı katırtırnaklarında. Zeytin ağaçlarından boş kalan her yerde onları görmek mümkün. Sonra zakkumlar. Yeni yeni açmaya başlayan kırmızı, pembe, beyaz çiçekleriyle zakkumlar, bu yörenin değişmeyen süsü. Aralarda gelincik kümeleri var. Kırmızı buketler halinde sıcak rüzgarla dalgalanıyorlar.
Ya kokular! Otomobilin camını açtığımda, önce kekik kokusu içeriye doluyor. Sonra taze ot, zaman zaman tespih ağaçlarının çiçeklerinden yayılan, ıhlamur benzeri yumuşak koku. Kokular kaçmasın diye camların tümünü açmıyorum.
Seslere gelirsek. Yaz başı seslerini bilirsiniz. Kuşların cıvıltısı, erken mesaiye başlayan ağustos böceklerinin cızırtısı. Bir de ağaç dallarıyla ıslık çalan lodosun sesi.
Haberin devamını buradan okuyabilirsiniz...
Listeden çıkarılma riskiyle karşı karşıya
Türkiye’de Dünya Mirası Listesi’ne alınan ilk yerlerden biri İstanbul’da Theodosios Surları’yla çevrili tarihi bölge olduğunu tahmin etmek için elbette kahin olmak gerekmiyor. Suriçi ya da Tarihi Yarımada olarak geçen bu bölge dünyanın önemli üç imparatorluğuna başkentlik eden, eski adıyla Bizans ve Konstantinopolis olarak geçen bölüm. Tüm dikkatler Sultanahmet’teki muhteşem anıtların (Ayasofya, Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı) üzerinde toplanmış ama aslında bu bölge muhteşem Süleymaniye Camii’ni ve hatta Vefa gibi semtlerin arka sokaklarında bulunan ahşap evleri de kapsıyor. Ne yazık ki eski İstanbul bugün nüfus baskısı, endüstriyel kirlilik ve kontrolsüz şehirleşmeden kaynaklanan büyük bir tehlikenin altında yaşıyor. Özellikle antik surların bazı yerlerinde yapılan restorasyon çalışmaları ise ciddi eleştirilere maruz kalıyor. Marmaray’ın tarihi bölgeden geçmesi ve belediyenin üzerine düşenleri yapmaması geçen yıl İstanbul’un listeden çıkarılması riskini getirmişti. İstanbul şimdilik listedeki yerini muhafaza ediyor. Gelecekte ne olacağını birlikte göreceğiz.
TROYA ARKEOLOJİK ALANI
Akhaların Truva atı 2800 yıl sonra bilgisayar virüsüne ismini verdi
Troya’yı duymayan var mıdır acaba? Hani İzmirli kör şair Homeros’un ünlü destanı “İlyada”da anlatılan, surlarını aşamayan Akhaların tahta ata sakladıkları askerlerle ele geçirdiği muhteşem şehir. Alman asıllı Heinrich Schliemann tarafından 1870’de gün ışığına çıkarıldığında uzmanlar onun en az Atlantis kadar heyecan verici olduğunu söylemişti. Eğer Efes ya da Afrodisyas’ı gördüyseniz bu antik şehri gezerken lütfen kıyaslama yapmayın. Aksi takdirde hayal kırıklığına uğramanız kaçınılmaz. Oysa ki Troya’nın Dünya Mirası Listesi’nde yer almasının nedeni sadece İlyada’nın sanatsal değeri ile açıklanamaz. Şehir, aynı zamanda Akdeniz ve Avrupa dünyasının Anadolu ile olan en eski ilişkilerinden birini ispat etmesi bakımından da çok önemli. Tek şehir değil Troya, üst üste yığılmış dokuz ayrı medeniyetten oluşuyor. 1996’da Milli Park ilan edildi, 1998’de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girdi. Şehrin tarihi MÖ 3000’e kadar uzanıyor ama girişte gördüğünüz çirkin tahta atın doğum tarihi 1970’li yıllar. Troya döneminin en güçlü ticari konumlarından birine sahip; Mezopotamya, Mısır ve Anadolu’yu birbirine bağlayan kavşakta yer alıyor. Bu nedenle de kendini savunmak zorunda kalan şehir güçlü surlarla çevrilmiş. Troyalılar, kalelerini inşa ederken diğer coğrafyalarda bilinmeyen demiri kullanmış. Bilinen ve beklenenden daha büyük bir alana yayıldığı saptanan şehirde MÖ 1600’lü yıllarda beyin ameliyatı yapıldığı da ele geçen bulgularla ispatlanmış.
TROYA KASABI SCHLIEMANN
Tarihi şehirdeki kazıları yöneten Schliemann’ın zekası tartışılmaz. Alman işadamı, amatör arkeolog Schliemann, genç yaşta Kaliforniya’da altın işine girip çok zengin oldu, savaşlardan gelir elde etti, satılabilen her türlü ürünün ticaretini yapıp para kazandı. Çocukluğundan beri ilgi duyduğu İlyada Destanı’nda sözü edilen hazinelerin Çanakkale yakınlarındaki Hisarlık Tepesi’nde olabileceği ihtimali üzerine harekete geçip, Osmanlı’ya kazı izni için başvurdu. Bulacağı kıymetli eserlerin yarısını devletle paylaşmak üzere anlaşma imzaladı. Hazine bulma umuduyla tarihi kenti talan etti, tarihi duvarlar, evler, sanat eserleri tahrip oldu. Hazineyi bulduğunda ise, hepsini yurtdışına kaçırdı. Osmanlı Devleti derhal yasal işlem başlattı. Fakat her nasılsa birkaç bin altın karşılığında uzlaşma kabul edildi. Schliemann “İlyada hakkında hiçbir bilgileri yok. Müzelerindeki tarihi eserler dünya için bir kayıptır” dediği Osmanlı’dan Troya hazinelerini kurtardığını ve bilim adına bundan da gurur duyduğunu söyledi her yerde. Bulduğu mücevherlerin çoğunu karısı Sophia’ya hediye etti, eşinin mücevherli fotoğraflarını basına dağıttı. Hazineler 1945’e kadar Berlin’de saklandı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Sovyetler Birliği, Hitler’in ülkelerine verdiği zararın tazminatı olarak hazineye el koydu. Uzun yıllar nerede gizlendiği bilinmedi. Bu şahane eserler 1996’dan beri Moskova’da sergileniyor. Gördüğümde ülkemizden kaçırılan onca eser aklıma gelmişti ve içim acımıştı. Çocukluk rüyasını gerçekleştirip dünyanın en değerli hazinelerinden birini ele geçirmiş Schliemann ama arkasında şehrin harap olmuş katmanları ile telafisi mümkün olmayan zararlar bırakmış.
İstanbul’dan Nemrut Dağı’na Türkiye’deki Dünya Mirası haberinin devamını buradan okuyabilirsiniz...