Anne-oğul, çay-kahve içip sohbet eder, dertleşirdi sık sık. Darbe teşebbüsünden önceki kış, askerlik konusu açıldı bir gün:
“Anne, ben gönüllü olarak Doğu’ya gideceğim, orada askerlerimize yardım edeceğim” dedi. Annesi şaşırmıştı. Uhud, devam etti: “Bak anne, ben şehit olduğum zaman sakın boynunu bükme, başın dik olsun. ‘Oğlun neden öldü’ diye soranlara ‘Vatanı, milleti için şehit oldu’ de. Şehitliğin makamı yüksek. Ben ölmeyeceğim anne, şehitler ölmez. Hep seninle olacağım, seni yine de bırakmayacağım.”
15 Temmuz günü onun için çok mutlu başlamıştı. Kara Harp Okulu’nun astsubaylık sınavına girmişti, sınavı da iyi geçmişti. Ya Özel Harekâtçı ya da astsubay olmak istiyordu. Akşam darbe teşebbüsünü öğrenince babasıyla Ankara Keçiören’den Kızılay’a yürüdüler. Babası Mehmet Işık, tankları görünce oğlu için endişelendi ama Uhud korkusuzdu. Genelkurmay Başkanlığı’nın önünde birbirlerinden ayrıldılar. Az sonra Meclis’e bomba atıldı. Babası, arayıp oğlunu yanına çağırsa da Sağlık Meslek Lisesi Bölümü Anestezi Bölümü’nü bitiren oğlundan “Yaralananlara yardımım olur” yanıtını aldı.
Çok değil, birkaç dakika sonra yaralandı Uhud... Sırtına tam üç mermi isabet etmişti. Olmadı... Kurtarılamadı. Annesi, vefatından bir yıl sonra hâlâ oğlunun şehit olmakla ilgili sözlerine şaşırıyor:
“Bu çocuk veli mi oldu, evliya mı oldu bilmiyorum; evin içinden geçti gitti.”
Annesinin anlatımına göre o, dünyanın en merhametli insanıydı. “Yanında kötü kalpli birine bir şey olsa, ona da yardım eder, hiç insan ayırmaz” diyor Naciye Işık. Hatta birlikte kedileri, köpekleri, kuşları tedavi ettirmişler. Annesini temizlik yaparken uyarmışlığı bile var: “Karıncalara ne olur dikkat et, masa silerken onları öldürme, onlar da evlerine yemek götürüyor.”
Işık Ailesi, beş kişilik. Uhud kendisinden 3 yaş küçük kardeşi Bedirhan ve 2.5 yaşına basan kardeşi Elifnur’a karşı hep çok ilgili bir abi oldu. Babasından harçlık istemeye kıyamayan Uhud, 1.90 boyunda yakışıklı bir çocuktu. Onu Enrico Iglesias’a benzeten annesinin övgü dolu sözlerinden de utanırdı:
“Anne, başkalarının yanında ‘Benim oğlum okuyor deme’ derdi. Okuyamayan varsa, üzülür diye düşünürdü. İnsan ayırmaz, ‘Türkiyeli değil mi, insan değil mi, Allah’ın yarattığı’ derdi. En çok bana düşkündü. Beni çok sevdiğini herkese söylermiş. Öğretmenleri, arkadaşları cenazede anlattı. ‘Ben annemi çok severim, ona çok düşkünüm, çok güleryüzlüdür. Anneme temizlik yapmaktan utanmam. Annem çok güzel yemek yapar, gözlemeleri çok güzel yapar, misafiri çok sever’ diye hep beni anlatırmış. Hangi delikanlı bunları söyler? Son 4-5 senedir, sahurda yiyeceklerimizi hazırlar, beni öyle uyandırırdı. Bir güzel domates hazırlardı, yumurta kaynatırdı, çay demlerdi. Evde bana, işte babasına yardım ederdi; bize kıyamazdı. İçindeki vatan sevgisi, bayrak sevgisi çok büyüktü. Ben böyle bir hazineyle yaşadım.”
Darbe teşebbüsü olmasaydı her şey ne güzel olacaktı... Ertesi gün, önce memleketleri olan Kalfat’a gidecek, sonraki gün Kastamonu’da gezeceklerdi.
Bir kız arkadaşı vardı... Hikâyeleri yarım kaldı. Tıpkı astsubaylık hayalleri gibi... Naciye Işık, “Biliyorum o bensiz durmaz. Çünkü oğlumu görüyorum. Allah onu benden az da olsa alıyor” diyor. Ve ağzından şu cümleler dökülüyor: “Arkadaşımı, babamı, evladımı kaybettim. Bir kimseyi çok seversin, kaybedince ona kavuşmayı beklersin ya... İşte ben şimdi sabırla bekliyorum ahireti.”
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi önünde şehit düşen Alper Kaymakçı, baba olduğunu maalesef göremedi. Temmuz başında “İçime doğuyor, baba olacağım” demişti bir yakın arkadaşına. Haklıydı. Ama bu haberi ne yazık ki kendisi duyamadı.
Halasının oğlu Mahmut Kaymakçı, çocuğun sağlıklı bir şekilde dünyaya geldiğini anlatıyor. İsmi Muhammed.
Ankara Sincan’da yaşayan Alper Kaymakçı, bir geri dönüşüm fabrikasında çalışıyordu. Ramazan Bayramı’nı köyünde geçirmişti. Bayramın üçüncü gününde halaoğluyla beraber evine dönmüştü. Yolda geçimden konuşmuşlardı.
“‘Biz kiramızı, faturamızı düzenli ödeyelim, işimizi yapalım’ diyordu o gün. O esas olarak dinine çok bağlıydı. Biz de muhafazakâr insanlarız ama çok farklıydı. Çok daha fazla özen gösterirdi. Namazlarını camide kılmaya çalışırdı; sohbetlere katılırdı. Umreye gitmişti, Kudüs’e gitmişti. Çok meraklıydı bu konularda.”
Kaymakçı, darbe girişiminin öncesinde cuma namazını Kocatepe Camii’nde kılmış, yanındakilere “İlk defa bir namazdan bu kadar haz aldım” demişti.
İstanbul’da bulunan eşiyle de, eşi o akşam darbeci askerlerin tuttuğu köprüdeki bir otobüste mahsur kaldığında konuşmuş, “Sakın dışarı çıkma” demişti. O telefon konuşmasında helalleştiler. İkisi de bir bebekleri olacağından habersizdi.
Mahmut Kaymakçı, darbe girişiminin gecesinde dayıoğlu Alper’le sık sık telefonda görüştüklerini anlatıyor. “En son şarjının bitmek üzere olduğunu anlatmıştı. Tankların Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne girmemesi için set kurmuşlardı. İki tankı ele geçirmişler, askerler teslim olmuş, üçüncüsü için uğraşıyorlardı; ‘Belki sabaha çıkamam, hakkını helal et’ dedi.”
O sırada değil ama darbecilerin bombalı saldırısında şehit oldu Alper Kaymakçı. Yakını Mahmut Kaymakçı, onu son konuşmalarıyla hatırlıyor: “Şehadet makamını istiyordu; Allah isteyene veriyor. ‘Bugün biz sokağa çıkmazsak devlet düşer, devlet düşerse vatan ve İslam düşer’ dedi. Düşmesin diye şehit oldu.”