Alanson’un maskeli halleri

Kuruçeşme Arena konserinde, Mazhar Alanson’un ağzını kapattığı bantlı aksesuvarı görünce Madonna’yı anımsadım.

Çünkü Maddy, "Confessions" turnesinin hemen başında kafasına eyer geçirmiş yarı çıplak erkek dansçılarla sahneye çıkıyordu.

Eh, Alanson’un kafasına geçirdiği maske de (başka bir isim bulamadım o şeye) bu şovdan esen rüzgardan nasiplenmiş gibiydi.

Ve ne yalan söylemeli, Alanson’a hiç yakışmamıştı o "şey". Alanson’un sahne kostümlerini tasarlayan eşi Biricik Suden vazgeçse diyorum bu zorlama kostümlerden.

Olmuyor, güdük kalıyor işte...

Bir başka Ken üzerine...

Ne demiştik pazartesi günü, "Yerli Barbie Petek Bebek’e bir de Ken lazım, o da Can Bebek (Tanrıyar) olur elbet". O yazının akabinde, "Ken" hususu üzerinden, Kenan Doğulu’yu anımsamamak elde değildi tabii. Nitekim kendisinin "Ken" diye bir markası yok muydu?

Vardı, ama sonra Kenan Doğulu Los Angeles’a gidince pek ilgilenemedi galiba.

Bu arada şimdiye kadar hiç Kenan Doğulu albümü alıp dinlemişliğim yoktur.

Sadece kulüplerde tutan hitlerini bilirim.

Ama bu son albüm, yeri gelmişken söylemeli, hakikaten iyi olmuş. "Çakkıdı" müthiş eğlenceli zaten, gece insanlarının favorisi şu sıralar (Öte yandan şarkının sözlerini yazan Sezen Aksu, "hem kel hem fodul takımını hart diye yiyesim var" cümlesinde bir gönderme yapıyor mu acaba?).

Son olarak: "Olmaz", "Baş Harfi Ben", "Aşk Kokusu" ve Sultana’lı "Rahatla" diğer favoriler Ken’in "Festival" albümünden...

Manzaracı arkadaşlar, garsonlar ve Porto

Bebek’teki Poseidon Balıkçısı’nı yaratan ekip (kısaca Cengiz Alp, Veli Çağlayan ve Kamber Doğan), yeni bir mekan açmışlar, tam da Poseidon’un üstünde: il Porto.

Geçenlerde (Lucca öncesi) arkadaşımla gittik, "manzarası iyiymiş, tüm Bebek’e hakimmiş" diye diye... Böyle de manzaracılar var etrafımda. İlla deniz görmek, dalga sesiyle orgazm olmak istiyorlar.

Şarkıdaki gibi işte: Güneş batsın yunuslarla, denizler bütünleşsin bizim olsun bu dünya (satır arası kampanyası: Bu şarkıyı kimin söylediğini bilene yemek mi ısmarlansa?).

Porto cidden manzaraya hakim, dört bir tarafı (denizlere) açık. Burada ince hamurlu pizza hüpletmek iyi gidiyor gerçekten.

Lakin mekanın tek handikapı, etrafta çok garson dolaşması.

Masa başına dört garson filan düşüyor abartısız.

Ve gözleri hep tabağınızda, "Bitti mi?" diye.

Aslında bu vaziyet tüm restoranlarda var:

Garsonların akbaba gibi başınızda bekleyip biten tabağı bir an önce kaldırmayı arzu etmesi...

Oysa, belki o kirli tabağın bir süre daha önümde durması fetişim var, olamaz mı?

İnsanoğlu ve kızı çeşit çeşit sonuçta...

Sanıyorum bu hál aşırı misafirperverlik genlerimizden kaynaklı.

Mesela en son Berlin’de gittiğimiz restoranda yemek söyleyecek garson bulamıyorduk resmen.

Çünkü onların da adeti, masaya bakmamak! Ya da mümkün olduğunca yavaş servis yapmak.

Tamam o da abartı, ama yok mu bu işin bir ritmi?

Diyor ve fazla uzatmadan tekrar lafı bol garsonlu Porto’ya bağlıyorum:

Yolunuz düşerse dört peynirli gnocchi de yiyin. Derim.

Üç nokta...
Yazarın Tüm Yazıları