Fotoğraf: Taner Kandemir
Burgazada’ya gitme nedenimiz aslında Arena Aquamasters Yüzme Şampiyonası. Bir adadan diğerine yüzecektim ilk kez. Ancak uzun zamandır Adalar’a gitmiyordum. Aşırı kalabalık yüzünden söylenen “Yazın adalara gidilmez” lafına aldandım. Kısmen doğru ancak şehre bu kadar yakın olup şehirden bu kadar uzaklaşılan başka da bir yer yok. Yarışa eski yüzme arkadaşlarımla birlikte ailecek gitmeye karar verdik. Üç aile toplam 10 kişilik bir ekip olduk.
Burgazada’da önceden araştırma yaptım. Kamp için en uygun yer Madam Marta Koyu idi. Yanımızda çocuklar da olacağı için işi şansa bırakmadım. Günler öncesinden keşif yaptım. 10 yaşında oğlu Çağan’la kampa katılacak Burak Sarı’yla koya gittik. Bir tarafında şehrin gökdelenleri, diğer yanında Yassıada ve Sivriada manzarası -Yassıada’nın artık çok da iyi bir manzarası olduğu söylenemez-, önümüzde deniz, arkada çam ormanları... Muhteşem bir manzara.
Önce adıyla başlayalım. Troy, Troia, Troya, Truva, Troas... Bunların hangisini kullanmak gerekir? Troy İngilizce adı. Troia ise Almanca, Homeros’un ‘İlyada’sında geçen hali. Truva ise Türkçede kullanılıyor. Ancak Kültür ve Turizm Bakanlığı bir karar verdi, bundan sonra halkın da en çok kullandığı hali olan ‘Troya’ kelimesi kullanılacak. Artık kafa karışıklığı bir son buldu. Troya ve etrafındaki bölgeye yani bugünkü Biga Yarımadası’na ise ‘Troas’ deniliyor. Troya’nın Yunancadaki karşılığı ise Ilios. Güneş anlamına geliyor. Güneş de o dönem Tanrı demek...
Troya’yı gezmeye, bir zamanlar Troyalıların yaşadığı, bugün kazıların sürdüğü yerden başlamak gerekiyor. Sabah erkenden yola koyulduk. İlk hedefimiz Troya Antik Kenti. Burayı gezmeden önce mutlaka bir yerel rehber bulun. Kitaplar bile yetersiz kalabilir. Unutmayın, Troya ‘efsaneler ve gerçekler’den oluşuyor. Her ikisini de bilen rehber size gerçekten tarihi iliklerinize kadar yaşatabilir. Çanakkaleli rehber Aykut Değre sayesinde benim için öyle oldu. İki gün boyunca kendimi savaşların, o dönemin içinde gibi hissettim.
Çoğu insanın hayallerinden biri Ege’nin kıyı kasabasında yaşamak! Nasıl olmasın, Anadolu’nun her köşesi güzel ama Ege’nin havası da tadı da başka… Özellikle de Çeşme Yarımadası’nın ve Alaçatı’nın. Ülkenin en turistlik beldesi Alaçatı denince akla ilk gelenler Hacı Memiş ve Kemalpaşa oluyor. Yani, iki ana cadde... Aslında Alaçatı bu iki caddenin çok üzerinde güzellikler barındırıyor. Bu hafta içi bir günlüğüne Alaçatı’ya gittim. Hayatımın en ilginç, en farklı günlerinden birini yaşadım. Üstelik ne Hacı Memiş’e uğradım, ne de Kemalpaşa’ya... Sezon yeni yeni açılıyor. Birçok dükkânda tadilatlar bitmiş, temizlikler yapılmış. Sokaklar henüz sakin. Ancak az sayıda da olsa turist var. Sabah bir kafede oturdum. ‘Neler yapabilirim?’ diye düşündüm. Bu kıyı kasabasında balık tutmak, balık yemek gibi planlar yaparken birden aklıma mezat geldi.
Fotoğraf: Can POYRAZOĞLU
Ekmeğimin peşinde
Alaçatı Su Ürünleri Kooperatifi’ne gittim. Mezat 11’de başlıyordu. Sonuna yetişebildim. Çoğu balık satılmıştı. Tezgâhın üzerinde taze taze sinaritleri, dilleri, mercanları, dülgerleri, lipsosları, karagözleri görünce hayıflanmadım. Bir gün önce Beykoz’da yediğim ve dünyanın parasını ödediğim o bayat balıkları düşününce kahroldum. Bakmakla yetindim. Ali Kaymakçı kooperatifin başkanı… Her sabah bu mezadı düzenli olarak yaptıklarını anlattı. Yerel halktan, restoranlardan, diğer işletmelerden gelenlerin olduğunu, kısa bir sürede de tüm balıkların satıldığını söyledi.
Geçen hafta Hatay’da Kültür ve Turizm Bakanı Yardımcısı Hüseyin Yayman tarafından organize edilen Kültür ve Turizm Sempozyumu’na katıldım. Bu kente ne zaman gitsem mutlu oluyorum. Çünkü insanın direkt mutluluk hormonlarına hitap eden bir birbirinden leziz yemekleri var. Ancak bu yazının konusu ne Hatay’ın yemekleri, ne tarihi önemi, ne de Turizm Sempozyum’u. Çünkü Hayat aslından görünenden daha da zengin bir kent. Konuşmamı yaptıktan sonra soluğu doğru merkez ilçe Antakya sınırlarının dışında aldım. Samandağ yolunu tuttum bu kez. Yılın en güzel mevsimi... Tüm yolların etrafı yemyeşil. İlk durağım Vakıflı Köyü oldu. Burası için nüfus ve gelenekler bakamından ‘Türkiye’deki tek Ermeni Köyü’ desek yalan olmaz.
Yeni mevzuata göre, aslında bir mahalleye dönen Vakıflı’da 35 hane var. Bir ailenin dışında köyün tamamı Ermeni, tam 135 Ermeni yaşıyor... Yeni yapılmış yolundan geçerken sağlı sollu portakallar ağaçları dikkatimi çekiyor önce. Pırıl pırıl bir köy. Meydandaki Vakıflı’daki Garbis abinin mekânı ise köy kahvaltısı için muhteşem bir yer. Köyde önce kilisenin ve de misafirhanenin olduğu Ermeni Vakfı’nın binasına gittim. Restore edilen tarihi binanın bahçesinde vakfın başkanı Cem Çapar’la buluştum. Çapar’ın anlattıklarına göre, burada gelenekler halen devam ediyor. Yüzyıllardır Ermeniler, Sünnilerle ve Alevilerle dostça bir yaşam sürdürüyor. Samandağ’dan gelen 60 yaşındaki Alevi dedesi Şeyh Ahmet Yazıcı’yla yaptığımız sohbet de bunun en güçlü göstergesiydi. Şeyh Ahmet, yaşamı boyunca Hatay’da hiç bir mezhep ayrımcılığı yaşamadığını söyleyerek Hatay için neden ‘Medeniyetler Şehri’ dendiğini canlı bir kanıtı oldu.
Kadınlara özel 27 farklı kurs
İstanbul’un siyah beyaz fotoğraflardaki hallerine her zaman hayran olmuşumdur. Daha az otomobilin, daha az insanın, daha az evin olduğu, insan ilişkilerinin daha fazla gelişmiş olduğu bir zaman diliminde yaşamak isterdim. Olmadı. Şu anda yaşadığımız apartmanlarda bile kimsenin kimseyi tanımadığı bir çağa denk geldik. Ancak İstanbul’da kısmen de olsa bu eski tadın olduğu bir yer var, Kanlıca.
Kanlıca ile ilgili yazılmış en kapsamlı kitap olan iki ciltlik ‘Kanlıca Boğaziçi’nde Bir Köy’ün yazarı Ramazanoğlu ile iskelenin oradaki tarihi çay bahçesinde bir araya geldik. Sadece bu 120 yıllık ‘İsmailağa Kahvesi’ bile Kanlıca’nın bir özeti gibi aslında. ‘Emirgan’da çay, Kanlıca’da kahve içilir’ imiş. Edebiyatçıların da sık sık uğradığı bu kahvede bir zamanlar edebiyat sohbetleri yapılırmış. Yahya Kemal’in de en sık gittiği yermiş. Kim bilebilir ki, Kanlıca’ya gidip İsmailağa Kahvesi’nde oturduğumuz Boğaz manzaralı cam kenarı masada bir zamanlar Yahya Kemal’in oturmadığını?
Sanırım tüm ömrümü harcasam istanbul’daki keşfedilecek yerleri bitiremem. Çünkü sınırsız bir şehir burası. Her yeri sürprizlerle dolu.
İstanbul tutkum daha üniversite yıllarımda başladı. Daha sonra adı İstanbul Tarihi olarak değişen Sanat Tarihi hocam ve müzisyen Haldun Hürel’in de bunda katkısı büyük. Sınıfta dersi anlatırken sanki hemen arkasında Ceneviz surlarından atlılar derse girecekmiş gibi hissederdik. Bugün de bu büyük kenti her gezdiğimde bir kez daha şaşırıyorum. Bu kez 7 yaşındaki kızım Zeynep Mira ve eşim Özlem’le birlikte bir grup çocuklu ailenin peşine takıldık. Keşfimizi çocuk gözüyle yaptık.
İfşa ediyorum...
Bu yıl kar yüzünü pek göstermedi. Dağlara ise çok az yağdıHaberlerde ‘doğuda köy yolları kapandı’ haberlerine çok az rastladık. Şehir merkezlerine ise neredeyse uğramadı. Umarım mart kazma kürek yaktırır. Yoksa sonumuz pek iyi görünmüyor. Kayak merkezleri açısından durum bu kadar vahim değil. Çünkü artık çoğunda suni kar yapma makinesi var. Erciyes’te te pistlerin yüzde 90’ı açık.
Hiç bilmeyenler için önce Erciyes Kayak Merkezi’ni anlatalım. Türkiye’de ilk kez bir dağın yönetimi tek bir elde Erciyes AŞ’de toplandı. Ve tüm yatırımlar çok kontrolü bir şekilde ilerliyor. Dağda yapılacaklar henüz bitmedi ancak Erciyes Kayak Merkezi şimdiden özellikle hafta sonları günde 25 bin kişinin uğradığı bir yer haline geldi.
Kayak kapılabilen dört ayrı yer var. Tekir Kapı, Develi Kapı, Hisarcık Kapı ve Hacılar Kapı... Bu noktalardan birinde kayak yapmaya başlayabilirsiniz. Oteller genelde Tekir ve Develi arasında konuşlanmış durumda. Dört farklı nokta artık mekanik tesislerle birbirine bağlandı ve tüm bağlantılar sürekli açık. Yani birinden diğerine araçla değil, kayarak gidebilirsiniz.
İmkanım olsa tüm Alpler’deki kayak merkezlerini görmek, kaymak isterdim. Ancak sanırım buna ömrüm yetmez. Nedenini hemen birkaç rakamla açıklayayım. 1.128 kayak merkezindeki pistlerin toplam uzunluğu 26 bin 737 kilometre (Türkiye’de ise sadece birkaç yüz kilometre). Liftlerin sayısı ise 8.200. Hepsini göremeyecek olsam da her yıl birine gitmeye çalışıyorum. Üstelik bunu yapmak bir bahanem de var. Dünyada 200 gazetecinin dahil olduğu Kayakseven Gazeteciler Kulübü’nün (SCIJ-Ski Clup Intarnational Journalist) bir üyesi olarak her yıl 10 gazeteciyle birlikte ülkemizi yarışlarda Türkiye’yi temsil ediyoruz. Geçen yıl ki adresimiz Fransa ile İtalya arasındaki Val Cenis oldu. Yarışla ilgili pek detaya girmeyeceğim. Çünkü rakiplerimiz genelde dört yaşından bu yana kayakları ayağından hiç çıkarmayan gazetecilerdi... Sadece sonuncu olmadığımızı söyleyeyim, şimdilik bu yeter...
Ancak kayak merkezinin özellikleri biraz anlatmaya çalışayım.
Yer bahar gök kış
Ülke olarak Fransa sınırlarında ancak biz Torino üzerinden gittik. Çünkü İtalya’ya çok yakın. Havalimanından indikten tam iki saat sonra kayak merkezine ulaştık. Ancak gidince küçük bir hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü gittiğimiz yere bahar çoktan gelmişti. Nisanın başıydı. Ve oteller bölgesinde çimenler görünüyordu. Kar neredeyse hiç kalmamıştı. Şaşırdık... İlk gün şoku atlattıktan sonra liftlere binerek yükselmeye başladık. Oteller bölgesi 1300 metrelerdeydi. Birkaç liftle 2800 metreye kadar çıktık. İki ayrı dünyadaydık sanki... Aşağıdaki baharı yaşarken birden çetin kış şartlarıyla, metrelerce karla karşılaştık. Tüm pistler açıktı. Ve nisan olmasına rağmen binlerce insan pistlerdeydi...