Paylaş
‘‘HIRSIZA, hırsız’’ denemeyen bir ülkede ne özelleştirme yapılır, ne de reformlar tamamlanır. Bu kadar büyük yolsuzlukların döndüğü ve bir o kadar da söylentinin çıktığı bir ülkede bütün akçeli işlerin öncelikle bir ‘‘meşruiyet’’ meselesi vardır.
Ahlak olmayan yerde reform yapılamaz. Herkesin birbirinden şüphe ettiği bir düzende kalkınma da olmaz, gelişme de.
Bu işin genel manzarası. Genelin özele yansıyışı ise artık tek tek meslekleri teslim alıyor.
Nezih Demirkent, Dünya Gazetesi'ndeki ‘‘Salı Yazıları’’nda önceki gün şöyle diyordu:
‘‘Kirli işler sanıldığından fazla. Sanırız aramızda gazetecilikten çıkar sağlayanlar hayli fazla ve bunların önemli bir bölümüne bizler ‘saygıyla' yaklaşarak yanlış yapıyoruz. Suçu sadece sermaye yapısına bağlayarak karar verdiğimiz günlerde mevcut ortamdan yararlanan kişiler olmuş. Birkaç kişi hedef seçildiğinden diğerleri göz ardı edilmiş. Etrafımıza baktığımızda bu insanlarla göz göze geliyoruz, ama onlar için herhangi bir imada bile bulunamıyoruz. Bilinenler yazılamıyor!’’
* * *
İnsanın elinde belge olmadan karşısındakini suçlaması tabii ki mümkün değil. Ama insan denen varlığın bir de algılayışı var. Bazen gözlemler ve sezgiler ‘‘belgelerden’’ daha isabetli olur.
İşte o sezgilerle hareket edip kendinizi ‘‘tecrit’’ ederek yaşıyorsunuz bu ülkede.
Doğru, kirli işler sanıldığından fazla.
Her sektörde, her alanda. Bir tek İçişleri Bakanı’nın mücadelesiyle de işin içinden çıkılacak gibi değil. Çünkü onun da gidebileceği nokta sınırlı.
Mensubu olduğu partinin ‘‘sicili’’ ortada olduğu sürece!
Türkiye'deki kirlenmenin sistematiğini iyi anlamak gerekli. ‘‘Yapısal reform adıyla başlayıp yapısal çarpıklığa dönüşen’’ bir süreç söz konusu.
Özelleştirme, reformların parçası olarak kamudaki siyasi ve ekonomik kararları birbirinden ayırmak ve ekonomik verimliliği artırmak için başladı.
Zaman geçti. Özelleştirme ihaleleri hükümet düşüren olaylara sahne oldu.
Hükümet düşmeden çok daha önce özelleştirmenin adı zaten ‘‘rant dağıtımı’’ olmuştu. Yani ‘‘yapısal reform’’ adıyla başlayan hareket zamanla ‘‘yapısal çarpıklık’’ haline geldi.
Bugün duyduklarımızın, gördüklerimizin, belgeli belgesiz bildiklerimizin her biri bu yapısal çarpıklığın sonuçları bir bakıma.
Çarpık çurpuk aktörleriyle, yamulmuş kurumlarıyla, yavşak yaşam biçimleriyle, eğri büğrü bilmişleriyle, sürüngen beslemeleriyle!
Vergi almadan büyüyen bir ekonomide mali sektör bu ‘‘yapısal çarpıklığı’’ finanse ederek büyüdü. Egebank'ları yetiştirdi.
Bu sırada ‘‘rant dağıtıcı’’ konumunda olan siyasi sınıfın kendisi çarpık, keyfi ise çıkardı.
İş dünyası da hoşlandı bu düzenden. Yoksa adı ‘‘hırsıza’’ çıkmış bazı bürokratları bayıla bayıla yönetim kurullarına alır mıydı? Böylelikle ‘‘düzenin’’ hem parçası olduğunu kanıtladı, hem de rakiplerine gözdağı verdi.
Yapısal çarpıklık iş ahlakını bozarak ‘‘kendi iş dünyasını’’ yarattı.
Yapısal çarpıklığa uyumun adı ‘‘liberalizm, serbest piyasaya uyum, dinamizm, istikrar, modernleşme, beceriklilik’’ bilmem ne oldu.
* * *
‘‘Yapısal çarpıklığı yapısal reform’’ diye kazıklamak iyi hoş da işin bir gerçek cephesi var; bu yapı öncelikle ‘‘girişimciliği’’ yok ediyor. Çünkü ‘‘heyecanı’’ öldürüyor.
‘‘Düzgün müteşebbislerin’’ yaşamadığı ‘‘dinamik bir ekonomi’’ var ortada.
Ekonomi, ‘‘düzgün müteşebbislere’’ heyecan vermiyor ama dinamik.
Yani yapısal çarpıklığın dinamizmiyle ayakta!
Paylaş