Paylaş
KISALTILMIŞ adlarıyla Mac ve Dick. Liseyi bitirdiklerinde babaları kırk iki yıldan beri çalıştığı New Hampshire'deki ayakkabı fabrikasından atılıyor. 1929 buhranının indirdiği büyük darbeyle aile sarsılıyor.
Doğu yakasında iş bulmayan Mac ve Dick kardeşler Kaliforniya'ya göç ediyorlar. Önce Hollywood stüdyolarında çalışıyorlar. Yaptıkları işin zarif adı ‘dekor taşıyıcılığı’ yani düpedüz hamallık. Hamallık, kısa bir süre sonra iflas edecek olan sinema patronluğuna kadar varıyor. Amerikan tarzı ‘agresif’ girişimciliğin meyveleri bunlar.
Sinemacılıkta başarı umudu sönünce ‘agresif girişimcilik’ yiyecek içecek işini keşfediyor.
Kaliforniya'nın ‘otomobil çağını’ yakaladığı otuzların sonu. Mac ve Dick kardeşler ‘Madem otomobil tüketimi patlıyor o zaman kilometreler kat eden sürücünün karnını doyurmak gerekir’ diye düşünüyorlar. Bu düşüncenin ürünü olan ilk McDonald's 1940 yılında Los Angeles'ın 75 kilometre doğusundaki San Bernandino kentinde açılıyor.
McDonald's'ın öyküsü böyle başlıyor.
Yanında patates kızartmalı köfteli ekmeğin altmış yıl sonraki bilançosuna gelince; 120 ülkedeki 27 bin restoranda McDonald's hızlı yemek alışkanlığını bir global alışkanlık olarak tescil ettiriyor. McDonald's o kadar global ki yatırım yaptığı ülkelerin birbirleriyle savaşamayacakları bile varsayılıyor. Sosyolog Denis Stoclet'in dediği gibi McDonald's'ın fiyatı bir ülkenin gelir düzeyini yansıtacak bir ölçü artık. Yani ‘Maaşınla kaç McDonald’s alabiliyorsun' şeklinde global ekonomik analizler yapabiliyor koca koca insanlar.
Bu nedenle de McDonald's, globalleşme karşıtlarının hedefi olacak kadar bir global simge.
* * *
Müşterileri rahatsız ettiği gerekçesiyle Beylikdüzü McDonald's'ın buzdolabına atılan Leyla'nın babası da on bir yıl çalıştığı tekstil fabrikasından atılmıştı.
Sonrası malum. Orada burada káhyalık, eşin dostun bakkalında çakkalında geçici işler ve de mendil, kalem, çiçek satmak için sokaklara sürülen çocuklar.
Büyük bunalım değil ekonomide büyük ‘mucizeler’ yarattığımız ve bunu Dünya Bankası Başkanı'nın ağzından doğrulattığımız günlere rastgeliyor Leyla'nın öyküsü.
Leyla'nın öyküsü mü yoksa on yaşındaki bir yavruyu buzdolabına kapatacak kadar kendinden ve toplumundan nefret eden bir zihniyetin çıldırma noktası mı?
Görüntü kirliliği yarattığı için Leyla'yı buzdolabına kapatan bu beyler yabancı şirketlerde çalışan tipik birer üçüncü dünyalı ‘yerel yaratıklardır’.
İngilizce'yi kıvırtan, genelde Amerika'nın üçüncü sınıf bir üniversitesinden kıytırık bir diploma almış tiplerdir bunlar. Amerikan yaşam tarzı hakkında kendilerine göre fikir sahibidirler.
Onlar için bir yabancı şirkete kapağı atmak geçmiş zamanların devlet kapısı gibi bir şeydir. Güvence, sosyal statü, ayrıcalık, uygarlık, kız isterken alnının açık olmasını filan sağlar; kısaca gerçek bir bonservistir. Burada belirgin özellik kendi toplumunu aşağılamaktır.
Yabancı şirketin üst yönetimine tırmandıkça kendi toplumundan nefret dozu iyice artar. Bu kategorinin özelliği Türkiye'de bol para kazanıp yurtdışında tüketmek ve de genellikle Amerika'nın yaşam standartlarıyla boy ölçüşmektir.
Bu tipler yabancı şirketlerde istihdam edilen Türkler'dir ama Türkler'den nefret ederler. Sümüklü Türk çocuklarından, babaları işsiz kaldığı için mendil satan minik kızlardan tiksinirler.
Aslında daha ileri bir analizde kendilerinden nefret ederler!
Buradaki asıl sorun ‘Ah ben neden böyleyim’ doymamışlığıdır.
Birinci dünyanın şirketlerinde üçüncü dünyalı olmanın dramını yaşarlar. İyi okuyup yazmış olsalar bile işsiz babanın çocukları Mac ve Dick'in başarısına da ulaşamazlar. Bunun da intikamını işsiz babanın mendil satan kızını buzdolabına kapatarak alırlar!
Paylaş