Paylaş
TARİHÇİ François Furet, Mc.Carthy'izmi ‘‘gücün, patolojik şekilde keşfi’’ diye tanımlardı.
Memurları ‘‘bölücü, irticacı, beyaz çoraplı, kokulu, eski solcu vs.’’ diye ‘‘kovalama kararnamesinin’’, Soğuk Savaş'ın bu hoyrat ve acımasız döneminiyle birlikte anılması epey ilginç. Dünkü Radikal'de DSP'li milletvekili Rıdvan Budak, Neşe Düzel'e ‘‘bu kararnameyle Mc.Carthy döneminin başlayacağını’’ söylüyor.
Mc.Carthy'izm ile patolojinin yan yana gelmesi bir rastlantı değil. En ileri demokrasilerde bile iktidar ve gücü elinde tutanların ruh hali kullanılan iktidarı şekillendiriyor. Bu nedenle bugün bile bir Soğuk Savaş başbakanı olmak ile olmamak arasındaki çizgiyi ‘‘ruh hali’’ belirliyor. Dün ‘‘gücün patolojik biçimde keşfinin’’ uluslararası desteği vardı. Darbeler bu şekilde desteklenmişti, bütün antidemokratik uygulamalar da. Bugün ise bu uygulamaların hiçbir desteği bulunmuyor.
Devlet krizi, hükümet krizi, buhran, bunalım... Birtakım tehditlere hukuku alet ederek kamuoyuna rağmen hükümet etme biçimlerinin sona erdiğini anlamamak da bir tür Soğuk Savaş refleksi işte!
17 Ağustos'ta kırk sekiz saat donan refleksler gibi.
***
Şu alaturka kararname tartışmasına dönersek; yaşanan kargaşa bir bakıma ‘‘kurumların ciddiyetinin keşfiydi’’. Kurumlar ‘‘kurum gibi’’ çalışınca keyfi yönetim bağımlılarında ‘‘Bizi dinlemiyor, kuralları uyguluyor’’ cinneti başgösteriyor.
Devlet krizi denen olay, kilit makamlara ciddiyet ve liyakat hákim olduğu zaman o makamların nasıl saygınlık kazandığının göstergesiydi.
‘‘Kriz’’ değil saygınlığın sağladığı ‘‘huzurdu’’.
Özlenen modern kamu yönetimine ulaşmanın yolu da bu işte, birkaç kilit makamın keyfiliğe izin vermeyen yöneticilere teslimi. Türkiye bugün Sezer'in kişiliğinde bu şansı yakaladı.
Zirvede, en tepede yakaladı.
Eğer Cumhurbaşkanı Sezer bugün televizyona çıkıp ne olup bittiğini, hangi gerekçelerle ‘‘kafana ve saplantılarına göre memur at kararnamesini’’ imzalamadığını anlatsa güvenoyu aldığı Meclis'ten kaçan hükümetin hali ne olur?
Kamuoyunun önüne bir daha nasıl çıkabilir?
En büyük yanlış, Cumhurbaşkanı'nın atanmış değil seçilmiş olduğunu unutmaktı.
‘‘Ben aday gösterdiğimi kafa kola alırım’’ alışkanlığından vazgeçmemekti.
Cumhurbaşkanı'nı seçen milletvekillerinden kararnameyi kaçırmaktı. Ve de milletvekillerinin desteğiyle o ‘‘kutsal istikrarı’’ sürdürebileceklerine inanmaktı.
Hukukçuları bölen bu kararname meselesinin bundan sonra nasıl sonuçlanacağı pek önemli değil. ‘‘İmzalamak zorunda’’ şeklindeki kabadayı üslubu ise Soğuk Savaş'a ait bir ‘‘patoloji’’. Ve bütün bu olup bitenler bir türlü vazgeçilemeyen ‘‘keyfi yönetimin hezeyanı’’! Her şey bu kadar açık.
Son on günden beri sürüp giden ve de çok talihsiz biçimde 17 Ağustos haftasına denk gelen ‘‘keyfiliği sürdürme’’ mücadelesinde görülüyor ki Cumhurbaşkanı'na bu kararnameyi imzalatacak hukuki bir silah yok.
Herkes çok iyi biliyor, Anayasa Mahkemesi kararları gecikmeli olarak alıyor ve de bu kararlar geriye yürümüyor. Bu kadar açık bir ihlalin söz konusu olduğu bir kararnamede Cumhurbaşkanı nasıl olsa Anayasa Mahkemesi'ne başvurabilir mantığını işletmek sadece demode siyasetin cinliği.
Kaldı ki Anayasa, Cumhurbaşkanı'na ‘Anayasa’nın uygulanmasını gözetme iktidarını' da tanıyor.
Bu tartışma ‘‘hukuksuzluğa rağmen istikrar’’ sözcülerini bile ‘‘hukuk’’ dilini kullanmaya zorladı. Çok da faydalı oldu. Hukukçu Cumhurbaşkanı'nın üç ayda kat ettirdiği mesafe azımsanmamalı.
Anayasa profösörü İbrahim Kaboğlu, ‘‘17 Ağustos, depremi toplumsallaştırdı. Bu tartışma da hukuku’’ diyordu.
Çok haklı değil mi?
Paylaş