Paylaş
GEÇEN haftaki Cottarelli krizi artık müptelası olduğumuz kronik yanlışları bir kez daha ortaya koydu.
Ekonominin dümenini Cottarelli'ye bırakmak ne kadar abes ise, Cottarelli'yi bu kadar çok konuşturmak da bir o kadar abes.
Tabii asıl garip olan ipleri Cottarelli'ye verdikten sonra ‘‘Bu bizim planımız programımız’’ diye ortada dolaşmak.
Bütün bu gariplikler bütününe ‘‘istikrar, itidal ve de mucize yaratıyoruz’’ kotasından şakşakçılık eklenince Başbakan ile Cottarelli arasındaki kriz ister istemez kendi taraftarlarını yaratıyor. Yani, ‘‘çağdaş ve global görünmek için’’ Cottarellici olmak gerekiyor. Cottarelli'ye kızmak ise 21. yüzyıla terfi etmemek anlamına geliyor. Yani korkunç bir demodelik ithamı vs.
Cottarellici olmak veya olmamaktan önce Cottarelli'ye nasıl mahkûm olduğumuzu iyi anlamak gerekiyor.
80'lerde mucize diye sunulan olay aslında reel ücretleri düşürüp büyümeyi sağlamaktı. Bu politika bir süre sonra iflas etti. Ama mucize farfarası ciddi bir bağımlılığa dönüştü. Artık sürekli mucize yaratılıyor. Halk da ‘‘mucize’’ seviyor ve istiyor!
Oysa mucize bağımlısı olmuş bu ülke gerçek ‘‘mucizenin’’ altyapısını ıskalamış, uzun vadeli hedefleri gündemine bile almamıştı. Yani sürekli mucize yaratan ve yarattığı mucizelerin hızını kesmemek için ‘‘istikrar’’ zorlamaları yapan Türkiye, öncelikle eğitimi ihmal etmişti. Ve de dış dünya ile rekabet edecek düzeye gelmek için bir ‘‘düzey tutturması’’ gerektiğini hiç düşünmemişti.
Bu zaafın üstü ‘‘dinamik ekonomik’’ ve de ‘‘mucize yaratıyoruz’’ farfarasıyla örtüldü.
Cottarelli krizi aslında
sanal mucizenin küçük patlamalarından biriydi!
* * *
Eğitimi yıllar önce kalkınmanın önemli bir girdisi olarak algılayan ülkeler bugün bu öngörünün meyvelerini topluyor. Verimliliği artırarak dış dünyayla rekabeti ön plana almış ülkeler dört nala gidiyor.
Aksini yapanlar ise nal topluyor.
Bu basit sunuşun ilham kaynağı Yeni Zelanda oldu. Bir refah toplumu diye bildiğimiz Yeni Zelanda'nın bugünkü zavallılığının bir Cottarellisi ve mucizesi var mı?
Cottarellisi yok ama Cottarellileri ve de uygulanan sözde liberal modelin şakşakçılarının sayısı çok fazla. Yani son on beş yıl içinde ‘‘fakirleşen zengin ülkeler’’ grubuna düşen Yeni Zelanda'nın uyguladığı ekonomik liberalizme hálá alkış tutuluyor ve de ‘‘ideal reçete’’ diye sağa sola pazarlanıyor.
Financial Times Gazetesi'nde John Kay'in yaptığı analiz şu uyarıcı noktalara değiniyor: ‘‘Gelişmiş bir ekonomiye sahip olan Yeni Zelanda'da 1984 yılında radikal reformlar başladı. Merkez Bankası bağımsızlaştı. KİT'ler yeniden yapılandırıldı ve özelleştirildi. Hükümet ekonomiden elini eteğini çekti. Reformlar başladığında Yeni Zelanda'nın refah düzeyi İngiltere ve Amerika'dan daha iyiydi. On beş yıl sonra kalkınma hızı düştü. Yaşam standardı zengin ülkelere göre çok daha düşük kaldı. Bugünkü Yeni Zelanda, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Arjantin'in düzeyini boyladı.’’
John Kay'e göre bu tablonun pek çok nedeni bulunuyor.
Ekonomisi koyun, yün ve süte bağlı olan Yeni Zelanda, dünya rekabetinin yeni koşullarına uyum sağlayamadı. Yeni Zelandalılar yeni üretim alanlarına açılamadılar. Bütün bu başarısızlığa rağmen uluslararası kuruluşlar Yeni Zelanda reçetesinin hálá kullanılabileceğini iddia ediyorlar. Bunu satarken de ‘‘Durum iyi değil ama önlemler alınmasaydı daha kötü olurdu’’ diyorlar.
Demek ki ‘‘iki özelleştirme’’ yapmakla ‘‘mucize’’ yaratılmıyor. Mesele verimliliği artırıp dünya rekabetinde at koşturabilmekte! Bu da başta eğitim olmak üzere uzun vadeli düşünceyi gerektiriyor.
Mucize yaratanlar sağ olsunlar da! Acaba sanal mucizeyle dünya rekabetinde yer alınıyor mu?
Paylaş