Paylaş
Aslında olay çok açık.
Kaliforniya'nın 7.4'ünü çok az zararla kapatması bizim ise Körfez depreminde yirmi bin kişiyi toprağa gömmemiz kadar açık.
Yani ‘‘yapılabilenler’’ ile ‘‘yapılmayanlar’’ arasındaki farkı sadece zenginlik düzeyi değil ‘‘yapmak istemek’’ ve ‘‘istememek’’ arasındaki o kalın, net ve de mutlak çizgi belirliyor.
Ekonomide yapılacak olanlar belliydi.
Yıllardır ortada altın çocuk, göbekli göbeksiz kurmay, ağır maço, boylu boslu A takımı, çok bilmiş, megaloman vs. bir takım insanlar dolaştı. Bir takım ‘‘ağır’’ ve ‘‘derin’’ sözlerle iktisadi hayata yön verdiklerini sandılar. Kendi kendilerine Türkiye'nin ‘‘star’’lığını ilán ettiler.
Manşet oldular. Manşet oldukları halde kimse onları ciddiye almadı ama gazetelerde kendi fotoğraflarına bakıp kafa buldular. İki de birde televizyon programlarına çıkıp gına getirdiler. Kendileri söyleyip kendileri dinlediler. Ekranda nasıl görüntü verdiklerini izleyip ve izletip starlık egolarını tatmin ettiler. Bir yerlere kapılanabilmek için bilanço biriktirdiler. Birer yönetim kurulu bulup gittiler.
Sonra görüldü ki söylediklerinin hepsi birer balonmuş. Türkiye'nin dengeleri çoktan altüst olmuş. Birkaç bankacı, borsacı ve iş adamını eylemek için yıllardır koca bir ülkenin dengeleriyle oynanmış.
Geçenlerde IMF gelip kaşını gözünü oynattı ‘‘yapılması’’ gerekenleri reçete halinde tutuşturuverdi Hükümet'in eline.
‘‘Yapın. Yapmazsanız haliniz duman’’ dedi. Ve oyunu kesti.
Türkiye yıllardır ertelediği ‘‘yapılması gerekenlerle’’ debeleniyor şimdi!
* * *
Siyasi anlamda birinci ligde yer almaya kararlı bir ülkenin ‘‘yapacakları’’ da üç aşağı beş yukarı belli.
Bunları ‘‘yapan’’ ve ‘‘yapmayan’’ ülkeler var.
İkisi arasındaki farkı ‘‘direnme’’, ‘‘çifte standart’’, ‘‘ilkesizlik’’, ‘‘kurnazlık’’ ve de ‘‘kötü niyet’’ belirliyor.
Birinci lige aday bir ülke düşünün ki bütün siyasi gündemini Cumhurbaşkanı'nın görev süresini uzatma dolaplarına terk etmiş olsun! Bu sırada Diyarbakır, Siirt ve Bingöl'ün HADEP'li belediye başkanları göz altına alınıyor. Toplumsal barışa doğru çok cılız da olsa bir ışığın belirdiği sırada.
Kimsenin yasalara itirazı yok. Ama sorgunun güç gösterisine, ‘‘biz’’ ve ‘‘onlar’’ ayrışmasına dönüşmesi engellenemez miydi? Beraber yaşama kültürünün modern kalıplarını dökme gününde yeni gerilimler yaratmak kime, neye yaradı?
Tek bir soru yüzünden, ‘‘Öcalan Mandelalaşır mı’’ sorusundan televizyon kanalı kapatan bir zihniyet Türkiye'yi birinci lige taşıyacak dönüşümleri yapabilir mi? Tabii siyasi sınıfın gene sesi soluğu çıkmıyor. Ve de bu derin süflilik her zamanki gibi gene sahipsiz.
Çünkü siyasi sınıf meşgul. ‘‘Yapılması gerekenlerin’’ değil bir dizi entrika taşeronluğunun peşinde.
Ve bu noktada en acıklı olan da solu temsil ettiklerini iddia edenlerin o sorumsuz suskunluğu! ‘‘Demirel'in vazgeçilmezliği’’ne endeksledikleri siyasi geleceklerinin gıdım hesabı içindeler.
İfade özgürlüğü, çoğulculuk, demokrasi gibi birinci ligin ‘‘vazgeçilmezlerini’’ sahiplenmek yerine Demirel'in vazgeçilmezliğine dört elle sarılıyorlar.
Onlar için ‘‘yapılması’’ gereken Demirel davasını savunmak.
Demirel'inki ise kendi hırsını Türkiye'nin istikrarı diye sunmak.
Oysa modern demokrasilerde ‘‘yapılması’’ gereken, ‘‘davaların’’ dava adamı olmak değil mi?
Büyük istikrarın büyük ‘‘Baba’’sının görev süresini uzatmak için bir dizi üçüncü dünyaya özgü dolap çevrilirken Cumhurbaşkanı çıkıp ‘‘Bir defa seçilmek yalnız Türkiye'de var. Bu yasakçı Türkiye'dir’’ diyor.
Tek bir soru nedeniyle televizyon kanalının susturulduğu, belediye başkanlarının apar topar gözaltına alındığı, düşüncenin hálá suç sayıldığı ve gazetecinin güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğü bir ülkede zirvenin ‘‘yasak’’ tanımı bu!
Ve de demokrasi, liberalizm, çoğulculuk, özgürlük adına mangalda kül bırakmayanlar ‘‘istikrar için Baba görevine devam etsin’’ diyebiliyorlar.
Bu ‘‘Dün dündür bugün bugün’’ün yarattığı gen bozukluğu değil de nedir?
Bu siyasi kültür ile hangi ligde oynanır? Hangi Avrupa'ya demir atılır?
Paylaş