Zeynep Atikkan: Batışı yaşamak

Zeynep ATİKKAN
Haberin Devamı

Cuma günü kızımın okulu tatile girmekle kalmadı. Kapandı.

Yönetim, otuz dört yıllık okulun ‘bitişini’ bizlere ‘Bir yıl süreyle öğretime ara vermek zorunda kaldık’ diye duyurdu.

Okulun öğrencileri için ‘tatil’ ile ‘belirsizlik’ aynı anda başladı. Aslında onlar Türkiye dinamikleriyle pek erken tanışan çocuklar oldular.

Kızım on altı yaşında öğrendi finansal krizin anlamını. 1998-99 öğrenim yılının ilk döneminden itibaren okulun öğrencileri, özkaynak, kredi faizi, yönetim problemi gibi kavramlara aşina oluverdiler. Kendi çaplarında birer küçük finansçıydılar artık. Hele en küçükleri daha ilkokul sıralarında yaptılar işletme stajlarını.

Sonra aylar geçti, bahar ile birlikte dedikodular yoğunlaştı.

Her gün bir başka haberle geliyordu kızım okuldan. Çünkü batmakta olan bir okulun öğrencilerinin peşine artık leş kargaları düşmüştü.

Piyasanın kuralları işliyordu.

‘Özel okul’ sektörünün ‘girişimcileri’ velilere her fırsatta yeni bir haber uçuruyorlardı. Bizim çocuklar için bilmem hangi okul ara sınıf açacaktı. Birkaç ay için ücret alınmayacaktı. Beş kişi toplanıp gelirse ‘indirim yapılır’ teklifleri yapılıyordu. Okulları battığı için özel okul piyasasında prim yapan çocuklar oluvermişti bizimkiler. Gidecekleri yeni kurumların bilmem kaç milyarı bulan taksitlerini ödeyebilecek durumda olduklarına göre her biri iştah şurubu gibiydi.

Tabii ki batan okulun çocuklarını ‘kapma ve kırışma furyasında’ burslu öğrencilerin esamesi bile okunmuyordu. Zaten onlar bu ülkenin Pakistan bölümünün çocuklarıydı ve kayda değer bir yönleri yoktu.

Son günün o buruk anı gelinceye kadar bütün bu zor dönemi kulaklarımı tıkayarak geçirdim. Öğretmenlerin büyük özveriyle sürdürdükleri mücadeleye ancak sessiz bir dayanışmayla katkıda bulunabileceğimi düşünüyordum.

Bir de otuz dört yıl önce eğitimci bir ailenin büyük ideallerle kurduğu bir müessesenin batışına infazcı ruhuyla bir darbe de ben vuramazdım.

Amacım bir okulun batış öyküsünü yazmak değil elbette.

Burada öncelikle iki noktayı vurgulamak istiyorum. Birincisi tabii ki çöken hem de hızla çöken eğitim sistemi. Diğer nokta ise bu toplumun ‘devamlılığı korumadaki özensizliği’. Bizim çocuklar ileride torunlarına ‘Burası benim okulumdu’ diyemeyecekler. Bu, pekçok kurum için geçerli. Ezip geçen ve öğüten bir yapı içinde çok sayıda kurum iğdiş oluyor. Oysa davamlılıktır kurumları kurum yapan.

İşin eğitim cephesine gelince, pekçok özel okulun aynı durumda olduğunu biliyorum. Zaten milyarlık okullara sadece küçük bir azınlık ulaşabiliyor. Ama bu kesimdeki kriz önemli bir gösterge bence.

Kendi ‘özelimde’ bu sorunu yaşayınca diğerleri yani devlet okulları ne durumda sorusunun yanıtını bulmakta zorlanmıyorum.

Güneydoğu'da hiç açılamayan okullar ve de sırf devlet görevini yerine getirmediği için yaşadıkları çağa göre yüzyıl geri kalan çocuklar. Sonra Fetullah Hoca okul açıyor, diye ağlaşan bir zihniyet.

Bu resim isyan ettiriyor.

Bir eğitim yelpazesi düşünün.

Bir bölgede güvenlik nedeniyle okullar yarı açık yarı kapalı.

Türkiye'nin en parlak öğrencilerinin gittiği Anadolu Liseler'i en iyi öğretmenlerini özel okullara kaptırıyor.

Klasik devlet okulları zaten bütün iddiasını kaybetmiş.

Özel okulların büyük bölümü krizde. Ya batıyor ya çıkıyor.

Yabancı özel okullar ise sekiz yıl uygulamasıyla hızla birer ‘yabancı dil kursu’na dönüşüyor. Eski kurumsal ağırlıklarını yitiriyor. Önemli bir bölümünün öğrettiği dil birşeye benzemiyor. (Ben bu durumun çok yakın tanığıyım.)

Bu durumda acaba dünya entegrasyonunun hangi semtine yerleşmeye niyetliyiz?



Yazarın Tüm Yazıları