Paylaş
General de Gaulle, Birleşmiş Milletler için ‘‘Şu uyduruk şey’’ demişti. Genişlemeyi içine sindiremeyenlerin gözünde AB de ‘‘uyduruk bir şey’’ olma yolunda. Fransa'da yaptığım bir dizi görüşme sırasında duyduklarımın bir özeti bu.
Helsinki'de, ‘‘federal Avrupa’’ yerine ‘‘uluslar Avrupası’’ görüşünün ağır basması, AB'nin uyduruklaştığı sonucunu doğurur mu? Ya da genişlemenin Türkiye'yi de içererek AB'yi 28 ülkeye çıkarması ‘‘sulandırılmış bir Avrupa’’ mı yaratır?
Çakıcı'ların çarkları döndürdüğü, ekonomiyi teslim alan bankacılık sektörünün tıpış tıpış IMF direktifinde yola getirildiği sırada, yukarıdaki sorular marazi bir uçukluk olarak görülebilir. Ama değil. Çünkü Türkiye, yukarıdaki tartışmalara aktif biçimde katıldığı oranda bu karanlık dünyaların topluma dayattığı irili ufaklı Susurluk'ların şantajcılığını kırabilir.
Bilindiği gibi Avrupa merkez sağı, Türkiye'ye adaylık statüsünün verildiği günden beri ‘‘AB'nin vücut kimyasının’’ bozulduğu görüşünü savunuyor. Yani İngiliz muhafazakárların doğrultusunda bir ‘‘Avrupa ticari bölgesi’’ne doğru yol alındığını ve AB entegrasyonunun hız kestiğini düşünüyor. Sosyalist grup ve Yeşiller ise şimdilik AB'nin ‘‘demokrasi’’ ve ‘‘insan hakları’’ standartlarını evrenselleştirme çabasındalar. Kimlik tartışmalarına girmemeye özen gösteriyorlar. Fransa'daki Sosyalist hükümetin Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine'le yaptığımız görüşmede söylediği gibi, ‘‘Eğer Avrupa'ya Chicago, Pekin, Moskova ya da Güney Afrika'dan bakarsanız bir Avrupa kimliği vardır. Kimsenin de bu konuda tereddüdü olmaz. Ancak Avrupa kendisi, kimliğini çok fazla tartışmaya başlarsa ortaya birtakım şüpheler çıkar. Çünkü Avrupa pek çok açıdan çok zengin ve çeşitlidir’’.
Siyasetçilerin, bürokratların ve AB'li kanaat önderlerinin Helsinki yorumlarını dinledikten sonra şu saptamaları yapmak mümkün:
- Dünyadaki ve Avrupa'daki gelişmeleri kimyasal bir analizle ortaya koymak pek kolay değil.
Ancak bugünün dünyasında liberali, muhafazakárı, sosyalisti, yeşili ve de diğerleri genellikle tek göstergeli bir dünyadan geliyorlar. Bu da çağımızı anlamak için gerekli ‘‘çeşitlenmeyi’’ yapmayı engelliyor. Türkiye'ye verilen adaylığın Avrupa'da yarattığı infiali bu çerçevede değerlendirmek gerekli. Ki aynı değerlendirme Türkiye'deki bazı kesimler için de geçerli.
- Helsinki'de ‘‘uluslar Avrupası’’ görüşünün hákim olduğu bir gerçek. Dil birliği gerçekleşmeden daha derin bir entegrasyon modelini geliştirmek tabii ki çok zor. Ancak 1999'un ‘‘uluslar Avrupası’’yla de Gaulle vari bir ‘‘uluslar Avrupası’’ aynı anlama gelmiyor. Soğuk Savaş sonrasında çok daha karmaşık bir yapı var ortada. Ayrıca son yıllarda Avrupa bütünleşmesinde büyük bir hızlanma oldu. Kazasız belasız Euro'ya doğru yürüyor AB ülkeleri.
Buradaki temel sorun şu: AB'nin motorunu ulusal güçler oluşturuyor. Ve de bütünleşme aşamasında işi çok ‘‘ulusal tutunca’’ olmuyor, ama ‘‘ulusaldan’’ da vazgeçilemiyor. Bu karmaşayı yönetmek de siyasi bir deha gerektiriyor.
- Kültürleri bir araya getirmenin zorluğu ortada. Çünkü kimse kaybolmak istemiyor. Ayrıca pek çok ülke, sahip olduğu refahtan ödün vermekten ürküyor. Bu nedenle AB, ‘‘yumuşak geçişlerle’’ verilen ‘‘küçük dozlarla’’ ilerliyor. Yani dinamik bir yapıya sahip.
- İşte entegrasyonun dinamizmi açısından Türkiye'nin adaylığının önemi ortaya çıkıyor. Türkiye'yi AB entegrasyonunun dışında bırakmak ‘‘içe kapalı bir donma’’ işareti olacaktı. AB'nin ileriye dönük adım atma yeteneğine büyük bir darbe indirecekti.
- Olaya bizim ülkemizden bakınca, Helsinki sonrası Türkiye'nin artık çok farklı bir yer olduğu kesin. Bu noktada AB'ye nasıl yaklaşılacağı da çok önemli. Dar açı mı yoksa geniş açı mı hákim olacak? Bu aşamada ‘‘Avrupa ne istiyorsa onu yapalım’’ zihniyetinin de bir tür ‘‘dar açı’’ olduğunu görmek gerekiyor!
Büyük resmi inceleyince ortaya şu gerçek çıkıyor: AB, bütün eksikliklerine rağmen çağımızın en dinamik ve de en modern entegrasyon modeli. Bütün eksikliklerine rağmen gene de başarılı. 28 üyeye kadar genişleme yeteneğine ve cesaretine sahip olduğu için de ‘‘uyduruk filan değil’’.
Paylaş