Paylaş
Büyük dönüşümler çağında büyük zaferler beklenmemeli.
Helsinki'de çok önemli bir adım atıldıysa da bunun adı zafer değil.
Türkiye ve Avrupa Birliği, yeni ve dinamik bir sürece giriyorlar. Sürecin miladının 2000'e denk gelmesi sadece bir rastlantı. Bu rastlantının umudu perçinleyen psikolojik bir boyutu var. Çünkü yeni bir yüzyıl yeniden doğuşu simgeliyor.
Türkiye bütün kurumlarıyla Helsinki sonrasını ustalıkla yönetirse kendi dinamizmini, birikimini ve de kültürel zenginliğini Avrupa'ya akıtma şansına ve ayrıcalığına sahip.
Bu aşamada Brüksel'in de geçirmesi gereken zihinsel ve psikolojik evrim azımsanacak gibi değil. Yani Avrupa için de bir ev ödevi söz konusu. Eğer Helsinki'den konjonktüre dayalı bir ‘evet’ çıktıysa, bu ‘zorlama’ en büyük zararı AB'ye ve Avrupa'nın ortak değerlerine verir. O zaman Helsinki karşılıklı olarak birbirinin sırtından ‘silkin ki’ye dönüşür; böyle bir çifte standardı da bölgenin hassas dengeleri kaldıramaz.
AB'nin genişlemesi politik ve ideolojik bir problemdi.
Tıpkı Türkiye'nin adaylığının da bir politik ve ideolojik seçim olması gibi. İşte tam bu kesişme noktasında mutlak samimiyetin ve karşılıklı güvenin temelleri atılmak zorunda.
Türkiye-AB ilişkileri yıllardan beri güvensizlik atmosferi içinde çalkalandı.
Helsinki sonrasının ilk adımı, kaybolan güvenin yeniden tesisi olmalı. Bu hassas noktada AB'nin yapması gerekenler Türkiye'ninkilerden az değil kuşkusuz!
Helsinki toplantısı sırasında Türkiye meselesini görmeyecek kadar haber tekniğine tecavüz edebilen bir Batı basınıyla bu işi nasıl götürecek AB yönetimi? Doğrusu üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir nokta bu!
***
Helsinki kararlarının özüne gelince; Türkiye'nin bu fırsatı kaçırması düşünülemezdi.
Toplumsal reflekste Avrupalılığı seçen Türkiye, devlet olarak da artık ‘Avrupalıyım’ diyor. Bu son derece önemli bir aşama.
Şimdi hukuk düzeninden eğitime, ekonomiye ve de günlük hayatın bütün inceliklerine kadar uzanan geniş bir alanda reformların gerçekleşmesi gerekli. Bütün bunlar yıllardır çiklet gibi tekrarlandı, pek de ciddiye alınmadı, ama artık geri dönüşü olmayan bir sürecin içindeyiz.
Türkiye, adı konmuş bir hedefin peşinde artık. Rota belli, yön belli. Kurallı toplumu yaratmakta hamle yapan Türkiye'nin, önüne açılan bu yeni dönemde genel bilançosunu genişletmesi hiç de zor değil.
Rota belirlendiğine göre önemli olan bu süreci yönetecek kadroların işbaşına gelmesi. Ve de bu kadroların uyum içinde çalışabilmesi.
Hamle yapan bir Türkiye'nin gerek Kıbrıs'ta, gerekse Ege'de hakkını arama olanakları da artacaktır. Çünkü AB açısından ‘‘Adaylığını kabul ediyorum’’ demek bir bakıma ‘‘Senin sorunlarını dikkate alıyorum’’ anlamına geliyor. Böyle bir ilişki ve de gündem beraberliği söz konusu artık.
Yunanistan'a gelince, görülüyor ki deprem diplomasisi seçim hesapları karşısında yenilgiye uğradı. AB ise üyesi Yunanistan'ı tatmin etmek için Türkiye'yi anlaşmaya zorladı. Başbakan Bülent Ecevit'in ‘‘İçimize sindiremediğimiz ayrıntılar olabilir’’ diye nitelediği de Yunanistan'ı susturmak için bulunan formüller.
Avrupa mimarisinde tarihi bir adım atılırken Yunanistan'ın hálá ‘‘birlikte gerçekleştirilen bir başarının tadını alamamış olması’’ kayda değer bir zaaf.
Şimdi bu görev Türkiye'ye düşüyor. Özgüvenle adaylığın üyeliğe giden yolunu açmalıyız. Sivil toplum örgütleri için en dinamik süreç başlıyor. Helsinki'den sonra AB'ye daha çok yaklaşan Türkiye kuşkusuz ki daha az gerilimli olacak. Ve de çözüm üretme gücü daha çok ivme kazanacak.
Bugün Kıbrıs ve Ege konularındaki endişeleri giderecek olan da hamle yapan bir Türkiye'nin kazanacağı yeni güçtür!
Otuz beş yıllık bir rüyanın yeni bir noktası bu. Ben Türkiye için çok umutluyum.
***
AB konusunda bir dizi seminere katılmak üzere yurtdışına gideceğimden yazılarıma bir hafta ara veriyorum.
Paylaş