Geçenlerde bir akşam yemeği daveti için Galatasaray Adası’na gittim. Aslına bakarsanız rahmetli Galatasaray Adası desem daha doğru...
Çocukluğumun ve gençliğimin sayısız yazını geçirdiğim, lisanslı kürekçilik yaptığım üç sezon boyunca da yaz-kış ziyaret ettiğim Galatasaray Adası’nın yerinde yeller esiyor artık.
Kuruçeşme, Galatasaray Adası arasında mekik dokuyan emektar iki tekneyi; Galatasaray beyefendisi kaptanlarını; uskura takılan naylon torbaları temizlemek için boğazın ortasında duraklamalarımızı; Kuruçeşme tarafındayken beklemekten sıkılınca, Ada tarafındaykense yetişmek isteyenleri uyarmak için çaldığımız bronz kampanaları; Ada’ya ayak basan herkesi güleryüzle karşılayan müdür Süleyman Bey’i; misafirlerimizi kayıt ettiğimiz misafir defterini; soyunma kabinlerini; 90’lara gelindiğinde hálá 70’lerin havasını estiren restoranını; damağımda bıraktığı tat Angus hatta Kobe etinden bile çok daha fazla olan kayış gibi bifteklerini; barını, büfesini, kürekçilerine ‘ulan tereyağı’ diye takılan Emin Hoca’sını, kayıkhanesini, çoktan kaldırılmış üç katlı tramplenini tekrar karşımda bulmayı beklemiyordum tabii ki.
Küpeştesiz dar bordasında, denize bir karış mesafede, ayakta gitmekten hoşlandığım emektar Atalay ve Yıldıray yerine, ismine asla dikkat etmeyeceğim koca kamaralı bir tekneye binmiş olmamın önemi yoktu. Karşıya geçiş için artık ücret alınmıyor olmasına da diyeceğim olamazdı. Ama Ada’nın tepesine asılmış o heyulá gibi tabelada ‘Galatasaray Adası’ değil de ‘Buz Ada’ yazıyor olması, 1988’de Prekazi’nin Monaco’ya attığı unutulmaz golle kaybettiğim dünyanın en baba babası Baysungur Atakan’ın ruhunu sızlattı... Kendi kaleme yediğim golden sonra törpülediğim, Lucescu’ya yapılanlardan sonra da gömdüğüm Galatasaraylılık ruhumu kıpırdattı...
Sadece Ada’nın değil, Galatasaray’ın da, kendimin de, babamın da, gelmiş geçmiş tüm gerçek Galatasaraylıların da ruhunun satılmış olduğunu hissettim... Farkına vardım... Anladım...
Şimdi kalkıp kimse, ne yapalım 60 cent’e muhtaçtık demeye kalkışmasın. Kimse kalkıp Ada’yı satmadık, 20 yıllığına kiraladık demesin.
Bakın istanbul.com’un şehir rehberi bölümünde Armin Van Buuren konseri nasıl anons edilmiş...
Yer: Buzada
Adres: Kuruçeşme’deki eski Galatasaray Adası
Daha açılalı bir ay olmadı, ama şimdiden eski Galatasaray Adası olmuş. Sözleşmeye adanın adı değiştirilemez diye bir madde koymayı akıl edemeyenlere, bugünden hatırlatmış olayım. Bakın buraya yazıyorum. Yaz sonuna kadar adaya Fenerbahçe bayrağı da dikecekler, Beşiktaş da... Sarhoşun teki çıkıp Galatasaray bayrağı yakmaz, Fenerbahçe’nin şampiyonluk kutlaması yapılmazsa öpüp başımıza koyalım.
Galatasaray Adası’nın adını geri istiyorum. Geri alamayanın mezarına sarı, kırmızı gül konmasın, adı Galatasaraylı olarak anılmasın.
Buzlu not: Galatasaray Adası Buz Restoran orta kalitede bir restoran. Yemeklerde fazla sorun yok, lezzetleri yerinde. Ancak garson sayısı yetersiz ve garsonların tüm iyi niyetine rağmen servis çok aksıyor. Şarap bardaklarımız sık sık boş kaldı. Zaten şarap bardağı olarak doğru seçim de değildiler. Hele beyaz şarabın neredeyse buz tutacak kadar soğutulmuş olarak servis edilmesi, restoranın şarap kültürü seviyesinin de iyi bir göstergesiydi.
Işığı durduran Türk
Bir önceki San Fransisko ziyaretimde, Kaliforniya Üniversitesi’nde genetik araştırmalar yapan arkadaşlarım Neşe ve Hulusi Çınar’ı görmek için Santa Cruz’a da uğramıştım. Sokakları kaçık kaynayan, evinden kaçan zengin ABD’li gençlerin ilk durağı ve son hippi cenneti Santa Cruz o kadar ilginç gelmişti ki, her San Fransisko seyatinde tekrar tekrar ziyaret ederim diye düşünmüştüm. Evdeki hesap çarşıya uymadı tabii ki. Son San Fransisko seyatinden geçen hafta döndüm. Ne yazık ki Santa Cruz’u ziyaret edemeden...
Ama işe gelip, e.posta mesajlarımı açtığımda hoş bir sürprizle karşılaştım. Mesaj bir başka arkadaşım Bahadır İnözü’dendi. New Orleans Üniversitesi’nde Deniz Mimarisi ve Marin Mühendisliği Okulu Bölüm Başkanı olan Prof. İnözü, Santa Cruz’un egzantrikliğine dayanamamış, ABD’nin bir ucu New Orleans’dan kalkıp ta diğer ucu Santa Cruz’a Neşe ve Hulusi Çınar çiftini ziyarete gitmiş, orada bir başka Türk misafir çiftle karşılaşmış, başarılarından etkilenmiş, bana aktarıyordu.
Bahadır’ın bu kadar çok heyecanlanması doğaldı. Anlattıklarını okudukça ben de heyecanlandım. Mehmet Fatih Yanık’ın buluşu fizik dünyasında sansasyon yaratan bir buluştu. Henüz 27 yaşında olan Fatih Yanık, aralarında eşi Hatice Altun’un da bulunduğu araştırma ekibiyle evrenin hız rekortmeni ışığı bilgisayar çipi içinde durdurmayı başarmıştı. Yanık’ın bu buluşu Economist, Nature ve Focus gibi ünlü ve saygın dergilere haber olmuştu.
Stanford Üniversitesi’nde doktora yapmakta olan Yanık’ın devrim yaratan buluşu, geleceğin optik kuantum bilgisayarlarının geliştirilebilmesi yolunda çok önemli bir adım teşkil ediyor. Yanık, ışığın bilgisayar çipi içinde durdurulabileceğini ve depolanıp geri çağrılabileceğini gösteren buluşuyla San Fransisko’da yapılan mucitler yarışmasında birincilik ödülü de kazanmış.
Dünyanın bilişim başkenti olarak kabul edilen San Fransisko yakınlarındaki Silisyum Vadisi’nin dünyaca ünlü bilgisayar şirketlerini peşinde koşturmaya başlayan Fatih Yanık, buluşuyla ilgili altı patent başvurusunda bulunmuş. Yanık, geleceğin kuantum bilgisayarlarının temelini oluşturacak bu altı patentine yatırımcıların da çok büyük ilgi gösterdiğini söylüyor. Fatih Yanık bir yandan bu teklifleri değerlendirirken, diğer yandan eşiyle birlikte deneylerine devam ediyor.
Adam olacak çocuk
1977 yılında Çorlu’da doğan Fatih Yanık fiziğe ilgisini, dört yaşındayken kendi icat ettiği uçağıyla ispatlamış. Uçak uçmayıp, yaralanmasına yol açsa da icat peşinde koşmaktan asla bıkmamış. Annesinin teşviği ve dayısının getirdiği TÜBİTAK’ın Bilim Teknik dergilerinin etkisiyle fiziğe ilgisi gittikçe artmış. 1995’te Avustralya’daki Fizik Olimpiyatları’nda kardeşi Ahmet Ali Yanık’la beraber bronz madalya almış.
San Fransisko manzaraları
Aile yengeçcisi
San Fransisco’ya yolu düşenler, şehrin dillere destan Dungeness yengecinden tatmak için hemen Fisherman’s Wharf’a koşar. Müze hapishane Alkatraz’a bakan turistik balıkçı rıhtımındakilere de bir itirazım yok. Ama tesadüfen keşfettiğim mahalle lokantasını, kişisel sırrım olarak daha fazla tutamayacağım. Yemeklerin Amerikan barda yendiği bu masasız restoran 1946’dan bu yana aynı aile tarafından işletiliyor. Swan Oyster Depot isimli mahalle lokantasında servis Sancinimo Kardeşler ve kuzenleri tarafından yapılıyor. Eğer olur ya, yolunuz bir gün San Fransisko’ya düşecek olursa yengeci mutlaka burada yemenizi tavsiye ederim. Adresi 1517 Polk Street... Fisherman’s Warf’taki restoranları aşağıdaki İnternet adresinden de ziyaret etseniz yeter, ama bu aile yengeçcisini ıskalamayın.
fishermanswharf.org
San Fransisko sokakları
San Fransisko’yla ilgili aklımdaki ilk görüntüler 70’li yılların meşhur ‘San Fransisko Sokakları’ isimli TV dizisinden. Karl Malden’in oyunculuğu kadar, yedi tepe üzerine kurulu İstanbul’da bile görmediğim diklikteki yokuşlarında çekilmiş otomobil kovalamaca sahneleriyle de belleğime kendini kazımış bir diziydi. San Fransisko yokuşlarından tekini çıkmak bile adamın iflahını kesmeye yetiyor. Bu yüzden bu dik yokuşları keşfetmenin en iyi yolu ‘Cable Car’ denilen telli tramvaylara binmek. Tramvaylar ikisi çok turistik üç güzergah üzerinde çalışıyor. Turistik olanlarında kalabalıktan rahat etmenin olanağı yok. O yüzden turistik olmayan California Street hattına binmenizi tavsiye ederim. Ve bilin bakalım bu hattın bir ucu nerede? Aile yengeçcinizin bir sokak üzerinde...
San Fransisko’ya gidip de, Napa ve Sonoma vadilerinde şarap tadım turuna çıkmadan dönmek olmaz. En az bir günü bu iki vadiden birinde, tercihen Napa’da o şarap bağı senin bu şarap bağı benim dolaşmaya ayırmak gerekiyor. Ben de öyle yaptım. Ve Domaine-Chandon bağlarının girişinde karşılaştığım manzara karşısında donup kaldım. Arif Dino’nun unutulmaz şiiri, gerçeküstü bir kıyafetle karşımdaydı... ‘Taştan mantar tarlası; / Çok yaşasın ölüler!’. Alın size edebiyat zekanızı sınama şansı. Arif Dino’nun şiirinin gerçeküstü resmini sizlerle paylaşıyorum. Siz de bana gerçek resimini yollayın, yayınlayayım. Eğer resmini bulamıyorsanız, tarif edin: Arif Dino bu şiirinde neyi kastediyor?