Nereden çıktı bu, insanların başkalarını sonradan görme diye aşağılamaya kalkma modası, anlayamadım. Türkiye’de doğup büyümüşler arasında yaşı 25’in üzerinde olup da sonradan görme olmayan mı var?
1990’lara kadar yaşam zevki adına görülecek ne vardı da, görmedik?
Restoranlarda iyi şarap vardı da mı içmedik? Düzgün bir şarap kavı olan onlarca restoran vardı da mı gitmedik?
Çok değil, 80’lerin kalburüstü restoranlarını hatırlıyorum da, bunlarda yemek yiyenler mi kendilerini güngörmüş kabul ediyorlar, merak ediyorum.
McDonald’s’ın Türkiye’deki ilk şubesi Taksim’de açılmıştı da, kendini sosyete sananların akınına uğramıştı. Herkes kızarmış patatesini konuşuyordu. Bıçakla kesilmiş, suya atılıp kızartılmadan önce bezde kurutulan anne patatesine de böyle veda etmiştik zaten.
Restoranın biri Cafe de Paris’in ismini tırtıklamış, mönüsünü taklit etmişti de önceden görmelerimiz kapıda kuyruğa girmişti. Adamı parasıyla rezil etmeye yarayan 19-21, 21-24 oturum uygulaması da bu restoranla başlamıştı. Önceden görmelerimiz paraları bayılıp, iki saatte iki ayaklarını bir pabuca sokarak yemek yiyip, garson kışkışlayınca uzamak için önlerine atılan fiks mönü yerine birbirlerini yiyorlardı neredeyse.
Nişantaşı denilen semtin de, Mustafa Sarıgül adam etmeden önce adı vardı sadece. Sigara konusundaki madara oluşu ayrı konu, yakında bol bol değineceğim, şimdi fazla girmeyeyim.
Nişantaşı denilen semt, kaldırımlarında yürürken pis yüzlü, gri apartmanların üst kat pencerelerindeki klimalardan başınıza suların damladığı bir yerdi. Ünlü moda markalarının Akmerkez’e kaçmasının ardından açılan kimliksiz mağazalarla Mahmutpaşa’yı aratmaz hale gelmişti.
Ünlü moda markaları deyince uluslarası markalar da gelmesin aklınıza. Önceden görmelerimiz, sahiplerinin yılda iki kez New York’a gidip vitrinlerden fotoğraflarını çektiği giysileri, üç kuruşa diktirip sattığı özenti mağazalarla yetinmek zorundalardı.
Tavuk ve muz lüks olmaktan yeni yeni çıkmıştı. Şezlongunu kurup, şık mayolarıyla denize girenler mangallı, donlu magandalarca yeni yeni püskürtülmeye başlanmıştı Boğaz kıyı şeridinden. Otel havuzları üç, beş taneydi.
Galatasaray Adası’nın adı çeyrek futbolcu parasına satılmamıştı henüz. Seçkin üyeleri restoranda kayış gibi bifteklere, kupkuru şiş kebaplara, barda Tekel’in kolonya tadındaki ciniyle yapılmış cin-toniklere talim ediyorlardı.
Gece hayatı dediğin Elmadağ’daki üç, dört diskotek bozması dumanaltı bardan ibaretti. 80’lerin başında 24:00’ten sonra sokağa çıkmak da yasaktı. Yasak kalkınca biraz hareketlendi gece hayatı. Diskotek niyetine bir sinemanın üzerindeki düğün salonundan bozma mekana gitmeye başladı insanlar. Kepenk indiren bir başka sinema diskoteğe dönüştürüldü sonra. Ertesi sene Levent Kırca’nın Hodri Meydan Kültür Merkezi kepenk indirdi ve diskotek oldu. Her sene yeni bir diskoteğin açıldığı, açılınca eskisinin topu attığı bir dönemdi bu. İstanbul’da gece eğlenen insan sayısı tek diskoteğin ayakta kalmasını sağlayacak kadar düşüktü.
Aşk ve cinsellik deseniz, ondan da eser yoktu. Cinsellik tabuydu. Gençliğini yaşamak kızlar için haram, erkekler için yarımdı. Erkekler cinsellikle parası azsa genelevlerde, parası çoksa kalitesiz uvertürlerin sahneye çıktığı pavyon bozması barlarda tanışırlardı.
İşte bu yüzden hepimiz sonradan görmeyiz. Hepimiz sonradan görmeyiz ama içimizden bazıları da sonradan gördüklerinin değerini bilenlerdendir, merak etmeyiniz, hasetten çatlamayınız. Her Nişantaşı’nda gezene, her iyi yemek seçene, her evinin penceresinden mutluluk taşana sonradan görme demeyiniz.
Sizi gidi önceden görmeler, sizi...
Haber mi reytingden çıkar, reyting mi haberden
Türk televizyonculuğundaki banalleşmenin nedenlerini herkes birbirine atıyor ama bu banalleşmenin varsa, tek bir sorumlusu var, o da reklamverenden başkası değil. Televizyonlar Hilal-i Ahmer Cemiyeti değil ve yayın yapabilmek için para kazanmak zorundalar. Tek gelir kaynakları ise reklam. Reklamın hangi program arasına verileceğine ise ne yayıncılar, ne reklamcılar, ne de reyting ve araştırma kuruluşları karar veriyor. Tek karar verici var, o da reklamveren. Ve yayınlardaki banalleşmeden en çok şikayet edenlerden biri olan reklamverenler de, hangi program arasına ne kadar reklam vereceğine, tek bir ölçüye, izlenme oranı ve izlenme payına bakarak karar veriyor.
Şimdi reklam ve erişilen kitle ilişkisinin, İnternet’te de aynı şekilde işlediğini düşünelim. Türk İnternet kullanıcılarının sayısının, pazarlama iletişimi açısından kritik kitle olarak kabul edilen 3 milyon kişiyi aştığı nokta, aynı zamanda elit kullanıcıların oranının giderek azınlıkta kalmaya başladığı nokta olacaktır. Bu noktadan itibaren, eğer reklamveren, konvansiyonel medyadaki reklam verme alışkanlığını sürdürürse, televizyon yayıncılığı tarihimizdekine benzer bir banalleşme sürecinin İnternet yayıncılığında da yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Yukarıdaki iki paragrafı 16 Aralık 2001 tarihli "Abonene ebe" başlıklı yazımdan aldım. Haberlerin reyting ölçümü dışında tutulması tartışması sürerken, hem Cengiz Semercioğlu, Oray Eğin, Hıncal Uluç ve Özay Şendir’in öne sürdüğü fikirlere katkısı olur belki, hem de İnternet’in de TV gibi banalleşmesini önleyecek bir başka tartışmanın kapısını açar umuduyla...