Suyun iki yanında arka arkaya meydana gelen depremler yürekleri yumuşattı. 17 Ağustos 1999 öncesi olsa büyük krizlerin yaşanabileceği olaylar iki bakan, iki komutan arasındaki telefon görüşmeleriyle hallediliyor artık.
Bir buzdağı düşünün... Kocaman, koskocaman. Yıllardan beri dünyanın en güzel denizi Ege’ye çökmüş. Haklı-haksız önyargılarla yükselmiş, ciddi-suni gerginliklerle krizlerle genişlemiş hep.
Kural tanımayan bir rekabet, neredeyse bir gün eksik olmayan hırlaşma, çekişmeyle geçmiş tam 50 yıl. Takvimler 16 Ağustos 1999’u gösterdiğinde o canım denizin iki yakası arasındaki ilişkiler en azından berbattı. Savaşın eşiğinden dönülen Kardak krizinin üzerinden sadece üç yıl geçmiş ve bu defa “Öcalan skandalı” patlamıştı. Abdullah Öcalan gizlice Yunanistan’a getirilmiş, burada gizlenemeyeceği anlaşılınca Kenya’daki Yunan büyükelçiliğine gönderilmişti. İlişkiler 0 noktasına gelmiş, bir diğer deyişle dibe vurmuştu. Bir adım ötesi belki de savaştı. Atina’da, dönemin başbakanı Kostas Simitis, artık “kurulu düzen” haline gelmiş kısır Türkiye politikasını değiştirmediği takdirde ülkesinin bir felakete sürüklenebileceğini gördü. Ancak ilk adımın atılabilmesi için bir mucize gerekti. “Öcalan’ı Türklere sattınız” diye bağıran kitleleri, Türkiye aleyhtarlığından yıllarca rant sağlayanları susturabilecek bir mucize.
VİCDAN BORSASINDA KOMŞU HİSSESİ
Türkiye’nin de Yunanistan’a bakışı dostane değildi. Öcalan’ı Yunanistan’ın gizlemesi affedilebilir bir şey değildi. Türk insanının vicdan “borsasında” Yunan “hisselerinin” yeniden değer kazanması da bir mucizeye kalmıştı. 17 Ağustos sabahı “Marmara’da büyük deprem” haberiyle uyandı Yunanlılar. Televizyonlarda gördüklerine inanamıyorlardı. Komşuyu vuran kahrolası o depremin görüntüleriyle donakaldı insanlar. Hükümeti hemen harekete geçti. Türk insanının yardımına koşan ilk ülkelerden biri oldu Yunanistan. Gazeteler, Türkiye’nin uğradığı felaketi, önyargıları bir yana bırakıp sadece insani boyutuyla duyurdular. Her şehirde yardım kampanyaları başlatıldı. Kimi para, kimi ayakkakabı, kimi süt gönderiyordu komşuya. Medya, kilise, sivil toplum kuruluşları yardımda adeta yarışıyordu. Bambaşka bir ülke oldu bir anda Yunanistan. Ege’de “24 saat çok uzun bir zaman dilimidir” kuralı belki de ilk kez olumsuz yönde işlemiyordu. Takvimler 7 Eylül 1999’u gösterdiğinde deprem bu defa Atina’yı vurdu. Onlarca bina yerle bir oldu, onlarca insan hayatını beraberinde alarak. Türkiye yaralarını değil kapatmak kanamayı durdurmaya çalışırken, komşusunun uğradığı felakete duyarsız kalmadı. Türkiye’den gelen kurtarma ekipleri kahraman gibi karşılandı.
KOMŞULARARASI DEPREM DİPLOMASİSİ
İki depremzede güçlerini birleştirdi. Halkların yürekleri yumuşadı, siyasetçiler aradıkları mucizeyi buldu. Depremler onca binayı yerle bir ederken, o görünmez buzdağına da büyük bir darbe vurdu. “Deprem diplomasisi” başladı önce, ardından da yakınlaşma süreci. 10 yıldır da devam ediyor. Ticaret hacmi 200 milyon dolardan 3 milyar dolara çıktı. Başbakanlar, genelkurmay başkanları, kuvvet komutanları uzun yıllar sonra karşılıklı ziyaretler gerçekleştirdiler ve gerçekleştiriyorlar. 17 Ağustos 1999 öncesi olsa büyük krizlerin yaşanabileceği olaylar iki bakan, iki komutan arasındaki telefon görüşmeleriyle hallediliyor artık. Kıta sahanlığı, hava sahası, karasuları, Kıbrıs sorunu da hâlâ dimdik ayakta. Ancak, Ege’de o görünmez dev buzdağı kırıldı. O kadar büyüktü ki bir anda yok olması imkânsızdı. Şimdi masmavi sularda irili ufaklı buz parçaları var.