Paylaş
Eskiden insanın bir tek çocuk doğurduğunda anne olduğunu zannederdim.
Anne demek, doğuran can veren demekti benim için.
Tanım buydu yani.
Büyüdükçe, yaşlandıkça annelik tanımım da değişti.
Zaten bana dayatılan tüm tanımlar, tecrübeyle, yeniden yazılası olmaya başladı.
Sağlığı el veren herkes çocuk sahibi olabilir belki ama, anne olabilir mi emin değilim.
Annelik bir ehliyetse, belki kimilerine bu ehliyet verilmemeli diye düşünüyorum kimi zaman.
Dahası “anne” olmak istemediği için bencil sıfatlandırılan nice arkadaşımı ben hiç bencil bulmuyorum.
Bencil olan bendim. Benim.
Kendime 2 tane çocuk verdim. Oyuncak gibi... Oynamak, bakmak, eğlenmek, hayal kurmak istedim.
İstedim ki BENİM dediğim çocuklarım olsun.
BENİM hayallerimin meyveleri benim istediğim tatta olsun.
Bencil olan bendim yani.
Bunu çok sonra anladım.
Oysa çocuk BENİM dediğim canlı değildi.
Ben hayata getirdim diye, sahibi olamazdım ki.
Çok denedim oysa bencilce sahiplenmeyi. Eyip bükmeyi. Söz geçirmeyi. Yaşken eğmeyi... İyi ki beceremeden duvara çarptım da bıraktım onlara şekil vermeyi!
Kendince haklı olan nedenleri ile çocuk istemeyen arkadaşlarımın önünde saygıyla eğiliyorum şimdi.
İnanılmaz bilinçli ve sorumluluk sahibi, dahası hiç de bencil olmayan insanlar olarak görüyorum onları. Saygım büyük.
Toplum olarak bir kadın üzerinde “anne” olmak konusunda ne kadar “bencil” baskılar kurduğumuzu, politikalar ürettiğimizi gördükçe ben de kırılıp üzülüyorum.
İsyan ediyorum.
Sadece “anne” ol baskıs mı?
Hayır... Baba ol baskısı da fena pek tabi.
Çocuk istemeyen eksik, deli, bozuk, hatalı, hasta sanki!
Bu yüzden ne çok insan zor durumda. Ne büyük haksızlık ve ne ağır bir duygusal baskı bu...
Ben, anne olmayı isteyip de Anne oldum.
Şanslıydım - ki bunu da ancak hamile kaldıktan sonra anladım- sorunsuz, uğraşmadan hamile kaldım. İlk hamileliğimde ufak tefek sağlık sorunları, ikinci de kısa süren ve çok şükür yersiz çıkan bir endişe ile sonucunda her iki çocuğumu da sağlıkla kucağıma aldım.
Ama anladım ki, kadınlar bunları da pek açık anlatmıyor.
Sanki her şey eski Türk filmlerindeki gibi. Adam üzerine ceket atsa hamilesin.
Oysa ne kadar çok kadın-erkek kolay hamile kalamıyor.
Bu da bir ayıp ya sanki, bunun baskısı da ayrı yazı konusudur hani, geçeyim şimdi.
Anneliğimin daha ilk gününden itibaren binlerce, milyarlarca endişelerle dolduruldum. Yazılmış kitaplarla -ki onlar hep başkalarının tecrübeleri ve tavsiyeleri doluydu, hiçbiri beni ve benim çocuklarımı anlatmıyordu- kendimi eğitmeye çalıştım.
Öğrenmeyi unuttum.
İçgüdülerimi duyamaz oldum.
Sağdan soldan kim ne dediyse kendi kalbimden, içgüdüm ve içsesimden önce o denilenlere inanmakla, dinlemekle vurdum kendimi duvardan duvara.
“Yetemedim, olamadım, yapamadım” nidalarıyla sağır oldum çırpınan kalbime.
“Annelik vicdan azabı” diyordu biri, hemen üstüme alındım. Hazırdım zaten tüm “ah ve vah”ları almaya üstüme.
“Çalışan annenin sorunları” dendi... Çalışıyordum, “eyvah benim işte o da” dedim, yapıştırdım o etiketi de üstüme.
Sorun mu dendi, hepsi benimdi. Bendim sorun yani.
Çözüm önerileri mi vardı?
Hepsi sorgulanmadan denenmeliydi.
Doktorlar, toplum, çevre herkes sana parmak sallıyordu; “sen sen sen sen...” diye. Herkesin bana “öyle değil, böyle” diyecek olduğu “en iyi ben bilirim”leri vardı.
Ben hep yanlıştım. Eksiktim. Çocuğuma kalıcı hasar bırakan yanlış anneydim hep.
Kimse bana “Dur bi kendine ve kendi çocuklarına bak, kalbine sor, içgüdülerine sor, kendine inan, içinden geldiği gibi anneliğini yaşa, bir zamanlar çocuktun bilirsin sen de” demedi!
Çok düştüm. Çok ağladım.
Çok fazla etki altında kaldım.
Çok fazla okumaktan bunaldım.
Depresyona girecek en son insandım, anneliği bir festival gibi yaşayabilecekken, çukura düştüm, deli gibi yaralandım.
Ne zaman ayıldım biliyor musunuz?
Çocuğu olmayan anneleri görünce.
Çiçekler çocuklarıydı. Ağaçlar da. Doğayı evlat saymışlardı.
Ben kadar, benim kadar, tanıdığım tün anneler kadar anneydiler.
Endişeleri vardı annelik yaptıkları canlar için.
Kediler, köpekler evlatlarıydı kimisinin.
İçgüdüleri vardı o annelerin.
Boynunu büken çiçeğinden anlıyorlardı, susuz mu değil mi.
Köpeğinin oturuşundan biliyordu hasta mı, değil mi...
Kimisi başkalarının çocuklarına bakıyordu kendi evladı gibi.
Kimi bambaşka bir ırktan, renkten, dilden evlat edinmişti.
Yani içinden can çıkmamıştı, ama canıydı.
Kimi kitaplarına çocuğu gibi bakıyordu. Kimi müziğine. Kimi evine, kimi bahçesine.
Kiminin çocuğu tablolarıydı. Kiminin yazdıkları. Biri kelimesine dokunsa, kıyamet koparıyordu.
Kimi toprağına anneydi. Kimi diktiği tohuma. Heyecanla büyümesini bekliyordu yıllarca, ağaç olmasını... Meyveler vermesini...
Kimi çocuğunu toprağa vermişti...
Yine anneydi, yine anneydi...
Her birinin ortak noktası neydi biliyor musunuz?
Koşulsuz karşılıksız sevgi!
Haaa işte o zaman bu Yonca duvara çarptı.
İçimde bir şey isyan etti.
Bütün bildiklerimi unutma kararı aldım.
Aldığım bütün “eğitim”leri rafa kaldırdım.
Okuduğum tüm kitapları da “Teşekkür ederim. Bunlar sizin hikayeniz. Ben kendiminkini yazmak istiyorum.” Diyerek kitaplığıma koydum.
Bir süre sessiz kaldım. Deliler gibi yazdım. İçimi akıttım.
İçim çıkana kadar ağladım.
Sonra...Yüzleştim.
Geçtim çocuklarımın karşısına, içimden ne geçiyorsa söyledim onlara. Çırılçıplak gerçeği konuştum.
Pişmanlıklarımı, hatalarımı söyledim.
Eşşekliklerimi anlattım.
Yapmak isteyip yapamadıklarımı sayıkladım.
Yapıp da utandıklarımı itiraf ettim.
Kustum içimdekileri.
Ben Yonca, annelikten öte, insan olarak ne hayal ederim, ne isterim, ne içimde kalmasın dilerim sıraladım bir bir.
Anne olduğum için ödün vermek istemediğim şeyler nedir, nelere ihtiyacım var, nasıl yardımcı olunabilir bana... hepsini söyledim.
Anne olabilirim, ama yine de bilmiyorum bu iş nasıl iştir, siz de bana yol gösterin dedim.
Zor, dedim. Çok zor.
Çamaşır makinası ile ne yapacağımızı biliyoruz, ama çocuk öyle değil. Kullanma kılavuzunuz yok ki, bakayım, arızalanınca aç kapa yapayım.
“Siz bana söyleyin, size ne iyi gelir, ben de onu yapayım, bitsin bu çile” dedim.
Gelin tanışalım. Siz de bana kendinizi anlatın, bileyim, ona göre anlaşalım, sil baştan başlayalım dedim.
Kalbimi açtım.
Bütün bunlar ne zaman mı oldu?
Daha çok yeni.
Belki geçen seneydi, ya da ondan önceki.
10 küsür yılımı aldı ucundan acık anne olmak.
Annemi anlamak içinse, bir ömür daha vermem gerek.
Başım her daim eğik karşısında.
Ne çok emek verdi, ne çok sabır onunkisi.
Ben o zor dediğimiz çocuklardanım.
Çok zor hatta.
Bizi mucizelere inanarak, inandırarak asla pes etmeden ve asla etki altında kalmadan, söylenen bin bir çeşit lafa göğüs gererek, zor şartlara gülümseyerek, sonsuz çalışarak, hiç yoruldum demeden, tek bir kere şikayet etmeden, gülümseyerek büyüttü bizi Annem.
Hala, bin şükür, yanımda.
Hatalarımı affederek, canımı canından çok severek...
Şuraya “Annecim sana teşekkür ederim” demek, ne yavan kalıyor emeklerinin yanında.
Uzun lafın kısası demek istediğim ne biliyor musunuz?
Bugünü kutlayamayacak tek kişi tanımıyorum.
Hepimiz anneyiz, hepimiz bir annenin evladıyız.
Ya da elbet vardır eli öpülecek bir anne tanıdığımız.
Her kimse o kişi sizin için, gidin öpün o eli.
Koyun başınıza.
Ertelemeyin e mi!
Dua edin belki de... ruhuna.
Kalbi bir can için koşulsuz karşılıksız sevgi taşıyan herkesin “Anneler Günü” kutlu olsun.
Yonca
“evlat”
Paylaş