Yonca Tokbaş - Kelebek
Yonca Tokbaş - Kelebek
Yonca Tokbaş - KelebekYazarın Tüm Yazıları

Yalana alışmak

Emrah Akçay’ın kitabından bahsetmiştim size, hani içine düştüğüm “Külahıma Anlat” adlı kitaptan (Destek Yayınları).

Haberin Devamı

Sözsüz iletişimi anlatıyor kitap. Durumsal farkındalıklarımızı uyandırıyor.
Ergen çocuğunuzdan tutun en yakın arkadaşınıza, kocanıza, sevgilinize, iş arkadaşınıza veya patronunuza kadar sözsüz iletişim kodlarını çözerek anlaşabilmeyi, anlaşılabilmeyi anlatıyor.
Beden dilimizin nasıl da ruhumuza, psikolojimize tercüman olduğunu anlatıyor gerçek örneklerle.
Kitabı okudukça, başkasına gelene kadar; kendimi çözebileceğimi, anlayabileceğimi ve hangi durumlar karşısında nasıl bir ruh haline büründüğümü fark edebileceğimi öğrendim.
Kendime dair daha gerçekçi olmaya başladım. Çünkü aklım bir şey derken, bedenim ruhumu ele veriyormuş aslında.
Kendimi iyi hissettiğimi düşündüğüm bir yerde, bir kişinin yanında aslında çok da iyi olmadığımın farkına varmak çarpıcı bir şey.
Kendimi kandırmak yerine, “Madem iyi gelmiyor, yüzleşeyim çözeyim; olmadı basıp gideyim” moduna geçer gibi oldum.
Şu farkındalık olayına zaten hastayım. İyi geliyor insana kendinin farkında olmak.
Beni kitap her türlü etkiledi; ama birkaç yerinde uzunca süre takılı kaldım.
Birincisi; konuşurken suskun olan insanlara dair kısımdı. Çünkü kitap hiç konuşmadan anlaşan insanları da anlatıyordu. Ben çok etkileniyorum bu “konuşmadan da anlaşabilen” duygulardan.
İkincisi ise; tutarsız mesajlarımıza dair olan kısımdı. Kitapta aynen şöyle yazıyordu:
“Tutarsız mesajlar biz yetişkinleri çok fazla şaşırtmaz. Çünkü hayat boyu yalan söylemeyi öğrenmişizdir. Ancak henüz bu konuda acemi olan çocuklar, tutarsız mesajlardan en fazla etkilenen ve şaşıran bireylerdir... Büyümek, belki de tutarsız mesajlara alışmak, ya da yalana alışmaktır aslında...”
Büyümek yalana alışmaktır...
Bu cümle çok ağır değil mi?
Büyürken yalana alıştık, alıştırıldık, kanıksadık hepimiz.
İçimizdeki çocuğu saklayabilmek, çocuklarımızı da yalana alıştırmadan büyütebilmek en büyük hayat amacımız olsa ya...
Zor da olsa, önce kendine dürüst olabilmek adına...
Yonca
“gayret”

Haberin Devamı

Seviye meselesi

Bir “seviye” olayıdır gidiyor her yerde.
Korkunç önyargıları olan insanlar sarmış etrafı.
Seni-beni-onu sürekli bir “seviye”den dem vurarak yargılıyorlar.
Çok ağır bir şekilde ve hadsizce. Çok kırıcı ve yıkıcı şekilde. Herkes herkesi hor görür, küçümser, seviyesiz “seviyeli” olmalardan konuşur olmuş bu memlekette!
Giyiminden, yaptığı işten, konuşma şeklinden, her türlü var olma şeklinden dolayı “üstünler ve ezikler” ayrımı oldurulmuş.
O buna, bu ona, hepsi sürekli bir diğerine ahkam kesiyor. Eleştiri değil inanın yapılan. Can yakıcı küstahlık var tadında.
Öyle kötü, öyle bıktırıcı ve yıkıcı ki!
Keşke bir başkasını bu kadar hor gören, kendinin tam da o anda nasıl göründüğünü bir fark etse. Nasıl bir gerginlik, nasıl bir iç huzursuzluk hali fışkırıyor yüzlerden, damarlardan anlatılmaz...
Yargılayanları görünce, yanına gidip “Neden bu kadar mutsuzsunuz?” diye sorasım, ya da “sarılasım” geliyor. Ama yapamıyorum. Çünkü bakıyorum aslında o böyle mutlu. Bir çeşit keyif alma moduna geçmiş bu tavırdan.
Kahroluyorum.
Önyargılar kadar feci bir şey görmedim gerçekten!
Bir garsona karşı konuşma şeklinden insanın kimi zaman kendi kişiliği çıkıyor ortaya. Mesela kızım yaz tatilinde garsonluk yapmak istese, amma terbiyesizliklere maruz kalacak diye iç geçirdim. Ha zaten kızımın garsonluk yapası olsa, “seviyesiz” bulunur bu fikir, o da var. Garson sadece tek bir örnek.
Bu yargılayıcı tutumdaki kimseler de “eğitimli”, “seviyeli”, “başarılı”.
Kendilerini öyle konumlandırıyorlar yani.
Eğitim, zenginlik ve başarı insanları küstahlaştırmamalı. Tam tersine herkese, her şeye saygı ve sevgi duymaya çağırmalı sanki.
Kavramların içerikle örtüşmediği, bu kadar tezat durduğu bir ortam çok düşündürücü.
İçinde bulunduğu güzelliğin değerini bilen sayısı da azalmış.
Ama bu bir kişisel seçim hastalığı bence.
Farkında olmak istersen güzellikleri görürsün, korursun!
Sürekli eksikleri görmek insanı da eksikleştiriyor.
Şikayet etmek bir hastalık. Denizin dalgasından, durgunluğundan, kalabalıktan, yalnızlıktan her şeyden şikayet etmek mümkün evet.
Ama bunlardan haz almak da mümkün.
Tercihlerimiz bizi ya iyi ediyor, ya hasta.
Mutsuzluk kolay aslında biliyor musunuz, mutlu olmak zor.
Zoru başarmak inanın çok keyifli. Seviyelerden ve önyargılardan sıyrılıp güzelliklerin ve hoşsohbetlerin tadına varmak dileğiyle...
“Hoşgörü” bence Türkçemizdeki en güzel kelime.
Yonca
“hoşgörü”

Yazarın Tüm Yazıları