Paylaş
Son dakikada vizemi alabilmiş, uçağa son dakikada binmiş, Londra’ya gidiyordum.
Uçaktaki yerim tam kanadın üzerindeydi. Penceremden bulutlara bakıyordum.
Ne zaman bulutlara baksam aklıma Heidi gelir. Küçükken hep, tıpkı Heidi’nin jeneriğindeki gibi pıt pıt pıt bulutların üzerinde zıplayabileceğim günü hayal ederdim. Hatta zıplayabildiğimi düşünür, zevkten kocaman kahkahalar atardım.
İnsan çocukken, olanı olmayanı varmış ve olmuşçasına hayal edip, yaşayıp hissedebiliyor. Haaarika bir şey. Keşke bu çocukluk meziyetimizi büyürken korusak.
Penceremden baktığımda gördüğüm tüm bulutlar yine pofuduk pofuduk, insana garip bir huzur veren, binlerce şekle benzetip üzerlerine hikayeler yazabileceğiniz cinstendi.
Bulutlar kızgın olmadı mı hep böyleler zaten, aynı pamuk şeker.
O bulutların altından, tam da o an, bir sürü şehir, bir sürü dağ, ova, nehir, göl, deniz, köy, insan; milyonlarca hayat geçmekteydi.
Ben, uçağın içinde, sağ kanadın tam üstünde, milyonlarca hayatın üzerinden geçtiğimi düşünüverdim birden.
Milyonlarca hayatın üzerinden geçmek, o hayatların üzerinde olmak...
Milyonlarca insanın o an belki ağladığını, belki güldüğünü, belki evlendiğini, belki boşandığını, belki ilk bebeğini doğurduğunu, belki bir sevdiğini kaybettiğini düşünüverdim. Benimkinden başka hayatların varlığının üzerinde olduğumu fark ettim.
Ben bulutların üzerinde bir yerden bir yere giderken, aşağıda da tanımadığım milyonlarca hayatın bir yerden başka bir yere gidiyor olduğunu düşününce, ürperdim.
İnsan bir kendi hayatını biliyor. Bir kendi hayatını ve yaşadıklarını düşünerek ömür geçiriyor. Oysa dünyanın her yerinde aynı anda bir sürü hayat benzer bir şekilde akıp gidiyor.
Ben gülerken birileri ağlıyor veya gülüyor aynı anda. Ben mutluyken birileri daha çok mutlu veya çok mutsuz o anda...
Bu duyguyu en son babamı kaybettiğimde, uçakla İstanbul’dan Ankara’ya giderken, o soğuk aralık gününde, yine sağ kanat üstündeki koltuğumdan bulutlara bakarken içimden geçirdiğimi hatırladım o an... Öyle garip bir andı ki! Tüylerim diken diken oldu birden bire.
O gün, bulutların üzerinde giderken Ankara’ya, babamın bana bulutların üzerinden göz kırptığını düşünüp gözlerimi kapatıp asla açmak istememiştim bir daha.
Bu ana kadar, o günden bugüne yani 18 yıldır, kaç yüz kere uçağa bindim hatırlamı-yorum. Ama ta o günden bugüne ilk defa, o gün o uçakta hissettiğim şeyi, ilk defa yeniden hissediyorum. Neden hiç bilmiyorum.
Tek bildiğim o gün o derin mutsuzluk, pişmanlık, perişanlık ve acılar içinde baktığım bulutlarda gördüğüm hüzün ve acı yerine inanılmaz farklı bir doygunluk ve huzur hissi var bu sefer içimde.
Aradaki fark öyle kesin ve net ki!
O gün bulutların altındaki hayatlara dair düşündüğüm çaresizlik, haksızlık, acı ve sürekli ağlayan insan resimleri yerine gülümseyen, hayatla başeden, güzel şeyler yaşamak için uğraşan, bir yerden bir yere umutla koşan insan manzaraları var gözümün önünde.
O gün, bulutlara baktığımda ilk defa Heidi’nin saçma sapan bir çizgi film olduğunu, bulutların üzerinde tabii ki zıplayamadığını ve yıllarca bu hayali düşünerek mutlu olan Yonca’nın aptal bir çocuk olduğunu düşünen yaralı, kızgın, kırgın, öfkeli Yonca’nın yerinde bugün; Heidi’nin tabii ki bulutlarda zıpladığını, hatta her istediğimde gözlerimi kapayıp bulutla-rın üzerinde dans edebileceğini bilen, hatta resmen bulutların üzerinde dans edip zevkten kahkahayı basan bir afacan Yonca var yine!
Hayat akmış geçmiş bugüne gelmiş. Beni bugüne getirmiş işte. Yaralarımı yavaş yavaş sarmış. Zaman, ah zaman!
Sen nasıl bir ilaçsın, hem de en amansız dert dediğimiz her şeye! Öfkemi, kırgınlığımı, pişmanlığımı tüketip yerine iyi duygular yerleştirmiş zaman demek ki.
Ama ne çok uğraştım Allah’ım ben bu yaraları, öfkeyi sarmak için, ne çok gözyaşı döktüm, ne çok yüzleşme yaşadım, ne çok canım yandı şu ana gelebilmek için of of of!
Çalışmadan hiçbir şey asla olmuyor ki.
Bunu anlamak, farkına varmak için meğer Londra uçağına binmem, Titanik’in batışının 100. yılı adına Titanik batığını bulan Bob Ballard ve Titanik üzerine kitaplar yazan Tim Malkin’le röportaj yapmaya gitmem gerekmiş.
Meğer bir batık hikayesi üzerine giderken, kendi batığımla yüzleşme saatim gelmişmiş.
Bütün bunları fark ettikten sonra Tarsus’a varıp pazar günü Tarsus Yarı Maratonu’nda uzun ve güzel bir parkurda, ilk defa, yavaş da olsa yürü koş yaparak finişe varıp; yıllardır acıyan yaramın kapanışının şerefine, bir güzel rakı ve yanında en acılısından şalgam içerek belki, kutlamam gerekmiş.
Velhasıl güzel insanlar ben anladım ki;
Zamanla tüm yaralı kalpler, eğer insan ister ve çabalarsa, iyileşirmiş.
İnsan bedeni her yarayı iyileştirebilecek olan, her gücü içinde barındıran bir hazine ve mucizeymiş.
Ve...
Hayatta hiçbir yolculuk asla boşuna ve tesadüfi değilmiş.
Yonca “bulutlarda”
Paylaş