Paylaş
Hava şaşırttı, kar sulusundan yağdı, hiç dondurmadı.
Zaten öyle hayran olup, öylesine etkilendim ki tarihin her an yanı başımda olmasından;
Ayak bastığım her yer hakkında yazılacak bin tane hikaye olmasından öylesine büyülendim ki, yanıyorum alev ateş!
Kızıl Meydan’a gittim.
Moskova sokaklarında yürüdüm. Votka içtim. Bir daha votka içtim.
Rus kadınlarını seyrettim tablo seyreder gibi. Soğuk havanın ciltlerini nasıl duru kıldığını düşündüm.
Siyaha boyattıkları kirpiklerinin gözlerini nasıl ortaya çıkardığını, kadının özgüvenlisinin duruşunun nasıl büyülediğine şahit oldum.
“Bu dünyada ne çok güzel kadın var / Kızlar hele / Otelin balkonuna çık / Seyret ihtiyar / Bir yandan şiir döktür birbirinden aydınlık / Bir yandan yanındaki ölümle sohbet eyle” dizelerini okudum Nazım Hikmet’ten.
Bizdeki gündemi ve haberleri Moskova’dan takip ederken Nazım’ın 1959 yılında yazdığı dizeleri okudum gecenin bir köründe:
“Bu vatana nasıl kıydılar” diye yazdığında yıl 1959’muş.
Yarım asır önce.
55 yıl olmuş Nazım;
“İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğini yediniz.
Dünyada vatandan aziz şey var mı? Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Günü gelir suali sorulur...
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?” satırlarını yazalı. Okudukça asabım iyice bozuldu.
“Kırdılar tazecik yeşil dallarımızı
Kırdılar kitap tutan ellerimizi
Kanına girdiler çocuklarımızın” dizelerini okurken Gezi’ye gittim.
Hemen kapadım gözlerimi uyudum. Unutamadıklarımı uykuma gizledim kendimce.
Sabah kalktım. Hava griydi, çaktırmıyordu ama soğuktu.
Moskova’da hava bir başka kokuyor sanki.
“Her günün mis gibi dünya kokan bir kavun dilimi
Senin sayende” boşuna dememiş Nazım. Belli ki aşk bambaşka bu şehirde... Aşk kesin bambaşka bu şehirde! Sulu kar atıyordu mezarlığın yolunu tuttuğumuzda elimde şiirleriyle.
Moskova’da, Nazım Hikmet’in mezarının olduğu mezarlığa, onu ziyarete gidince, daha da ağırıma gitti bir şeyler. Hasret’in kitabını, şiirini yazan adamı hasretle ziyaret ettim mezarında.
Sanatçısına, tarihçisine, baletine, müzisyenine, şairine, askerine, ressamına nasıl değer verdiğini gördüm o mezarlıkta bir kültürün...
Mezarlıkta yatan her değerli kişinin mezarına büstünü dikerek, dizelerini yazarak, sanatının yanında olmasına özen göstererek yarattığı o açık hava müzesi gibi mezarlığı görünce çok etkilendim, çok utandım, içerledim değerbilmezliğimize!
Benim, bizim Nazım Hikmet’imize en güzelinden bir yer verilmiş. Sonsuz saygı gösterilmiş. Hak edilen saygı!
İçim burkulsun mu, onurlanıp gururlanayım mı bilemedim.
“Gülüm, iki gözümün bebeği
Ölmekten korkmuyorum,
Ölmek ağrıma gidiyor,
Onuruma yediremiyorum ölmeyi” demiş ya ölmeden dört yıl önce, onu düşündüm.
Nazım Hikmet’in Moskova’daki açık hava müzesi gibi olan o olağanüstü ihtişamlı mezarlıktaki mezarında “Rüzgar’a karşı yürüyen adam” şiirinden esinlenilerek yapılan figürüne baktım uzun uzun.
Rüzgara karşı yürüyen adam, Nazım Hikmet Ran.
Mezarına bırakılan, şiirlerinden alıntılar yazılan kağıtlar yağmurda ıslanmış, akmış mürekkepler toprağının üzerine.
İçine şiiri sızmış, sızıyor toprağının hâlâ!
Devasa bir ağaç büyüyor dibinde... Az uzağında bir tane daha. Mezarlık tek ağaçların yan yana gelmesinden oluşan bir orman aynı zamanda.
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine...”
Bu güzelim vatana, Nazım’ın vatanına olan hasretle gidişine, her sürgüne, her türlü haksızlığa ve isyana kızgınlık ve kırgınlığa rağmen...
Nazım Hikmet’le müşterek bir cümlem var sonunda;
“Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi...” Ben de.
Yonca “Mojna”
Mojna: Rusça mümkün anlamında...
Paylaş