Paylaş
O hikaye -ayıptır söylemesi- minicik mütevazı bir ödül almıştı. Ödülüm, Beşiktaş’taki öğrenci evimde çıkan yangında yanmıştı. Babamla beni yazdığım hikayeden kazandığım ödül çeki, ödül ve babamın kendi kendine yaptırdığı karikatürü de...
İnanılmaz güzel bir karikatürdü o. Babam gidince yanıma alıp da dönmüştüm İstanbul’a. O karikatürü çerçeveletecektim. Olmadı bir türlü...
Babamla beni yazdığım hikayeden kazandığım ödül çeki, ödül, babamın karikatürü ve bir de babamı kaybedince bana bağlanan “yetim maaşı” sayesinde alabildiğim Boğaziçi mezuniyet yüzüğüm de yanmıştı evimde çıkan o yangında. Yüzüğüm yangının göbeğinde kalınca eriyip gitmişti resmen. Saçlarımın dibi yanmıştı üzüntüden o erimiş gitmiş, kararmış yüzüğümü elime aldığımda.
Babamla benim hikayemde bir tren sahnesi vardır. Ankara Tren Garı’nda başlar, Haydarpaşa’da biter. Babam beni gözlerinde yaşlarla Ankara’dan uğurlar. Aslında orada birbirimizle yaşadığımız en inanılmaz can çekişen ilişki vardır havada bir yerlerde asılı. Küsmüşlüğümüzden kurtulmak ister ister kurtulamayız bir türlü o garda.
O bana sarılmak ister, ben ona sarılmak isterim; ama sarılamayız bir türlü.
Kelimeler barış imzalar aramızda, gözler tasdikler çaktırmadan. Tren kalkar ve gider. Babam nasıl da güzel ve güçlü el sallar bana. Elleri o gardan havalanır, beni bulur, yanağımı okşar vagonda!
Ben tren boyunca ağlarım. Babamı düşüne düşüne, gözlerindeki bakışı hiç unutmak istemezcesine; söyleyemediklerime, pişmanlıklarıma ağlarım. Gözlerim şişmiş varırım İstanbul’a, Haydarpaşa’ya.
Trenden inerim. Bavulumu sürükleye sürükleye, burnumu çeke çeke, yankılanan seslerin arasına inerim. Yalnızımdır. Hava hep soğuktur. Verdiğim nefes buharlaşır, gözlerimin önüne gelir, görüşümü engeller. Zar zor çekerim bavulumu, mecalsizimdir.
Bavulun yere sürtünme sesi yankı yapar, duvara çarpar tak tak adımlarımla beraber, geri gelir bana. O bavul sesiyle o ayak seslerinin yankısının bana ait olduğunu bir tek ben bilirim ama...
Ağzımdan çıkan buharlar sahneyi kaplar aynı anda. Sihirli bir sahnedir orası. Merdivenlerin başına gelirim. Kafamı kaldırırım ki, Boğaz ve martılar karşımda. Vapur yanaştı yanaşacak iskeleye, koşan koşana.
Her şey, ama her şey buhar gibidir. Uçuş uçuş. Dururum orada, bakarım öylesine. Nefes almaya devam ederim, nefes aldığımın farkında olmadan. Kapıdan çıktım mı, hüzünler kalır içeride. Devam ederim yola. Yavaş yavaş bavulumu çeke-çarpa indiririm merdivenlerden. Tekerlekleri kırılacak diye içimden geçirir, umursamam. “Kırılırsa kırılsın!” derim hırçınca.
Orada, merdivenin dibinde, hep bir simitçi vardır. Simit alırım ondan. Vapuru kaçırmak hoşuma gider nedense. Zaten yetişip derse girmek de hiç istemem Ankara dönüşlerinde.
Simidimi yerim bavullarım yanımda, martılar karşımda, koşturan insanlar ve tren anonsları arasında...
Haydarpaşa yandı ya, babamla benim hikayemizin başlayıp da vardığı yer yandı o anda.
Başım ağrıyordu sanki, sonum kayıp gitti bir anda. Çok koydu bana.
Yonca “yarım”
Hürriyet Treni’ndeyim...
Bu yazımı Hürriyet.com.tr’de Haydarpaşa cayır cayır yandığı gün yazmıştım. Trenlerin, garların hayatımdaki anlamı bambaşka bir hikaye... Ben babamın beni istasyona bırakabildiği o günlerden sonra hiç trene binmedim. Binemedim. Gara filan da gitmedim.
Düne kadar! Hürriyet Hakkımızdır Treni’ne dün İzmir Basmane’de adım atana kadar, bunca yıl “tren ve gar” kelimelerini çok zor yan yana getirdim. İzmir Basmane istasyonunda trenle yüzleşene, Hürriyet Treni’ne adım atıp Manisa’ya varana kadar içimde yarım kalan paramparça bir şeyler vardı.
Sanki Hürriyet Treni sayesinde onları bütünledim. Hürriyet’e teşekkür ederim...
Yonca “tam”
Paylaş