Paylaş
Var.
Peki ben yazabildim mi?
Hayır.
Çünkü anneyim.
Bu kadar. Evet bu kadar.
Ve inanın bu çok büyük ve haklı ve de yeterli bir “bu kadar”!
Geçtiğimiz haftanın son günü, okulumuzda çocuklarımın da katıldığı, otistik çocuklar yararına düzenlenen bir defile vardı.
Ertesi gün hafta sonuydu ve ben uçuyordum.
Çakıldım!
İşten kırk takla atarak izin aldım.
Hani sözde çok neşeli olarak gitmem gereken defileye ağlamaklı gidip çocuklara hiç çaktırmamak gerektiği için de, kendimi sonsuz kastım.
Suratıma, “en pişmiş kelle benim kelle” gülücüğümü taktım.
Sonra, kendimi artık ne kadar kastıysam ve ne kadar aklım havadaydıysam, salona girdim ve -dakka bir gol bir- halıya takılıp yere gümbürtüyle kapaklandım.
Çocukları mutlu edecektim ya,
Ettim.
Bütün salonu da gülmekten birbirine kattım.
Üstelik,
Nasıl yaptıysam, düşerken sol ayağımdaki ayakkabının topuğunu, sağ ayağımın baş parmağına batırmayı başardım. Parmak düşmek üzere. Mosmor. Üç vakte kadar düşer gibi duruyor. Bekliyorum.
Daha önce de saçımı düzelteceğim diye, kendi gözüme, kendi kendime sıkı bir yumruk atıp morartmıştım. Arada böyle şeyler yaparım.
Kedim yüzünden burnumu da kırmıştım... Onu da sonra anlatırım.
Ondan, “kendi paşparmağımı kendim ezer kendim koparırım” denememe, pek şaşırmadım.
Acılar içinde, mosmor paşparmağım ve pişmiş kelle gülmemle, elimde kalan üç kuruşluk dikkatimle, defileye odaklandım.
Çocuklarımı kameraya çekmek için öyle çok heyecanlandım ki,
Hiç çekemedim!
Üzüntüden 10 yıl yaşlandım...
Çocuklarımın fotoğraflarını da doğru düzgün çekemedim.
Ama elalemin çocuklarını albüm yapacak kadar çok çektim. Kendime büyük gıcık kaptım. Bu konuyu açmayalım.
Düşündükçe, sinirden iyice yıprandım.
Kızım keyifsizdi, ilk başta neden anlamadım.
Onu da geç anladım.
Nedense bu hafta sonuna girişe, “jetonlarım onsekizgen” başladım.
Çocukları eve bırakıp işe dönerim derken, meğer kızım ateşten yanıyormuş, anlayınca soluğu, haftada bir gitmezsek şoka giren doktorumuzda aldım.
“Haftalık” boğaz kültürümüzü yaptırdım.
Eve; topallaya topallaya, sallanan, mosmor ve şişmiş, patlasa mı düşse mi karar veremeyen baş parmağım ayakkabımın içine tıkıştırılmış şekilde vardım.
Kızıma ateş düşürücü verip azimle işe dönmek üzere hazırlandım.
Aynı anda, oğlumun bakışlarında da bir gariplik algıladım.
Ama artık bezginlikten mi, kondurmama isteğimden mi, yoksa çaktırmadan evden kaçmak için mi, nedendirse tam bilmiyorum; oğlumun bakışlarındaki o garipliği bilincimin en arka köşesine attım.
Salon ve kapı arasındaki 1 metrelik mesafede, kısa süre de olsa, rahatladım.
Mıştım...
Kızım azıcık iyileşir gibiydi, tam işe gidecektim, içimdeki kurtlu vicdan ruhuma rahat vermedi, şeytan dürttü ve elime -aslında hiç elimden bırakamadığım ve her daim yapışık yaşadığım- dereceyi aldım.
Oğlumun ateşine baktım.
Sakindim.
Derin bir nefes aldım.
Ateşi vardı. Kanıksamıştım.
Oğluma da ateş düşürücüyü bastım.
Sonra,
O iyileşti, kızım yeniden ateşlendi. Sonra ikisi birden ateşlendi.
İşe telefon açtım, durumumu anlattım. Söylenenlere aldıramadım.
Yine doktora gittim, yine eve geldim, yine ateş püskürtme operasyonu yaptım.
Bütün bir hafta sonu,
Bir o, bir o, sırayla ateşlendiler ve ben de, sakin sakin ateşle vals yaptım.
Eurovision sırasında,
Kısa bir “ateş molası” oldu.
Rusya’ nın “Mamo” (Anne!) adlı şarkısına, kızın sesine, kıyafetine, arka plandaki klibine takılıp hiç anlamadığım dilde bir şarkının beni nasıl da bu kadar etkileyip tüm tüylerimi diken diken ettiğine şaştım.
Bir elimde derece,
Bir elimde ıslak havlu,
Morarmış parmağımla seke seke,
Çocuklarımın yanına gidip sessizce,
Uyumaya çalıştım.
Yapamadım.
Sabaha kadar çocuklarıma baktım.
İşte bu yüzdendir ki bugün,
Hiçbir şey yazamadım.
Yonca
“bahane”
Paylaş