Paylaş
Nedeni de kocanızın damatla iş arkadaşlığından dostluğa uzanan ilişkisi olsun ve sizin gelinle hiçbir alakanız olmasın. E işte ülke turistik madem, düğün bahane tatil şahane deyip kalkıp Güney Afrika’dan İzmir’e gelmişsiniz nihayetinde.
Gelinle damada kendi ülkenize has hediyenizi de almış, düğün öncesi yemek sohbet vesaire derken hediyenizi de vermişsiniz. Sonra...
Düğün günü gelmiş çatmış.
O da ne!
Meğer adet geline altın takmakmış iyi mi!
Şimdi soru şu: Özene bezene giyinip gittiğiniz düğünde, elbisenize de uyan, bir de üstelik en sevdiğiniz parça olan boynunuzdaki altın kolyeyi hiç düşünmeden boynunuzdan çıkarıp geline takar mıydınız?
Bahsettiğim bu Güney Afrikalı arkadaş, düğünümde bana boynundan çıkarıp kendi kolyesini taktı!
Hayatımda beni bu kadar şaşırtan bir şey olmamıştı.
Aynı durumda ben aynısını yapar mıydım diye çok düşündüm. En yakın arkadaşım olsa belki...
Ama üç gün önce tanışmışım kızla, sanmıyorum. Aklıma gelmez sanki.
Bana bu hareketi yapan o güzel kadın sayesinde sırf bunu sorgulamam bile yetti bana.
Bana “madde”den bağımsız kalbimin sesini dinleyebilmeyi öğretti. İçinden geldi mi her şeyi boş verebileceğini...
Sonra bizim dostluk aldı başını yürüdü tabii. Onlar bize çoluk çocuk geldi gitti, derken biz de onlara Güney Afrika’ya geldik.
Boynumda o kolye...
16 yıl sonra.
Sanki her şey dünmüşçesine bir karşılama, sarılma, ağırlama...
Bazen bizlerin misafirperverliğinin çok abartıldığını düşünüyorum.
Misafirperverlik millete has bir şey değil, insana özel. Kolyeyi boynumda görünce gözleri doldu. Ben bunca yıl ne kadar çok insana anlattıysam meğer onlar da anlatırmış. Anlatılmayacak gibi değil ki!
Hikâyenin bu kısmını burada kesip size gergedan, fil ve hipopotamdan bahsetmek istiyorum.
Çocukluğum, babamın beni her hafta sonu Atatürk Orman Çiftliği’nde hayvanlara götürme anısıyla dolu. Bir de çikolata paketinden çıkan hayvan resimleri olan kartları unutamam. Hani sağa sola oynattın mı aslanın yeleleri sallanıyor gibi olurdu.
Hayatımda ilk defa en sevdiğim hayvanları, hepsini, kendi doğal ortamlarında burnumun ucunda görüyorum. Kalbim hâlâ nasıl durmadı bilmem.
Gergedanların, boynuzlarından yapılan toz sözümona çok şifalıymış diye, Çin’de çok para ediyor diye sürüler halinde öldürüldüklerini biliyor muydunuz?
Gergedanların neslini korumak için bazı yerlerde mecburen boynuzlarını törpüleyip kısaltmak zorunda kalındığından haberiniz var mı?
İnsanoğlu ne kadar zalim, çıkarcı, yalancı, düzenbaz; ne kadar açgözlü vahşi ve cani ne üzücü değil mi...
Peki ya fillerin beslenirken ayaklarını tek tek ve sırayla, hani böyle hafifçe havaya kaldırıp dinlendirmeye aldığından haberiniz var mıydı?
O cüsseyi taşımak ve kilometrelerce gidebilmek için tek tek dinlendiriyorlarmış bütün yükü çeken ayaklarını. Dinlendirmeyi hak görmediğim ayaklarımı düşündüm. Bütün yükümü çekiyorlar... Arada ben de aynı şekilde dinlendirebilirim, daha uzun giderim dedim.
Peki ya hipopotamların otobur olduğunu biliyor muydunuz?
Ve benim özellikle bu üçlüyü neden yazdığıma dair bir fikriniz var mı?
Bu üç en kocaman hayvanın üçü de otobur. Muş. Ben de.
Ben nedense arada et yiyorlardır sanıyordum. Bunca kocaman cüsseye bütün ihtiyacı otlar sağlıyor ve daha ilginci üçü de inanılmaz hızlı hareket edip koşabilen hayvanlar ve her yerleri kas içinde.
Koskoca gergedan gözümüzün önünde minnacık yaban domuzundan korktu, koşarak kaçtı. Al sana Yonca dedim, aynı sen. Bazen ne saçma şeylerden aynen böyle korkuyorsun. Oysa bir çaksan oturtursun.
Sadece insanların beslediği canlılar obez oluyor, ne acı. Hayvanlar hiç ihtiyaçlarından fazla tüketmiyorlar. Gergedanın, hiponun ve filin koca cüsselerine bakarken kendimi düşündüm. Otoburum evet.
Hızlı değilim ama koşuyorum evet.
Gel gör ki henüz nefsimi çok terbiye etmem gerek...
Ve içimde onlardan da yaşıyormuş: vahşi ve masum; ürkek ve cesur...
Yonca
“Aslan”
Paylaş