Paylaş
İki soru sormuştum: “Samsun’da saldırıya uğrayan Ahmet Türk’e geçmiş olsun telefonu açan Başbakan, Van’da saldırıya uğrayan Deniz Baykal’a niye geçmiş olsun demedi? Samsun’daki polisler açığa alındı, Van’daki polisler niye yerinde duruyor hâlâ?”
Sonra da, Ahmet Türk’e saldıran kişinin “eşkıya” olduğunu belirterek, “açılım saçmalığı teröristi meşru hale getirdiği için, öbür tarafta da kahraman olmak isteyen eşkıyalar, kendini adaletin tokmağı yerine koymaya başladı. Hukuku guguk haline getirirsen, ona göre başka buna göre başka işletirsen, olacağı budur” demiştim.
Bu yazım hakkında, biri Adana’da, biri Diyarbakır’da, iki suç duyurusunda bulunuldu; tazminat filan değil, direkt içeri tıkılmam talep ediliyordu.
Savcılar incelemeye başladı. Mevzu adalete intikal ettiği için, tek satır yazmadım, bekledim.
Ben beklerken, basın tarihimizde görülmemiş “linç kampanyası” başladı. Ne kadar iktidar yalakası, liboş, dönek, tetikçi varsa, saldırıya geçti. 22 gün sürdü... “Irkçı” dediler, “faşist” dediler, “katil” dediler. “Yılmaz Özdil’i niye öldürmüyorlar” diye soran bile oldu.
Patronuma, genel yayın yönetmenime hitaben mektuplar yazıldı, “derhal işten atılmam gerektiği” söylendi. Başka gazetelerin benimle hiç alakası olmayan haberlerini kupür olarak yayınlayıp, “bu haberleri Yılmaz Özdil yaptırdı” iftiraları atıldı. Saatlerce süren televizyon programları yapıldı, yazmadığım şeyler yazmışım gibi anlatıldı. “Genelkurmay’ın adamı” olduğumu iddia eden de oldu, “İsrail ajanı” ve “Rum dönmesi” olduğumu öne süren de...
Uzatmayayım, hukukun baskı altına alınması için ellerinden geleni yaptılar... Hatta, bana en az 10 sene hapis cezası vermeyecek savcının “Ergenekoncu” olacağını yazan bile oldu.
Bekledim...
Geçen hafta Bodrum’da “şezlong açılımı” yaparken, telefonum çaldı... Adana’daki suç duyurusu, İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmiş, savcı incelemiş, Yargıtay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden kapı gibi örnekler göstererek, “yazıda suç unsuru yok, dolayısıyla kovuşturmaya da gerek yok” kararı vermiş.
Aynı şekilde...
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı da, “kovuşturmaya gerek yok” kararı verirken, şu tahlili yapmış: “Yazı bütünü itibariyle okunduğunda, yazarın suçu ve suçluyu övmek, ya da, halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek kastıyla hareket etmediği açıkça anlaşıldığı... Ülkede yaşanan çelişkilerin ve farklı uygulamaların altını çizmek maksadıyla kamuoyuna yansıyan olayları karşılaştırdığı...
Bu eylemin, gazetecilik mesleği gereği, düşünceyi açıklama hakkı ve eleştiri özgürlüğü kapsamında bulunduğu anlaşılmaktadır.”
AK’landık yani!
Memlekette haysiyet celladı çok... Ama Allah’tan namuslu savcıları da var bu memleketin.
Şimdi gelelim, zurnanın zırt dediği yere...
Yukarıda örneklerini verdiğim lavukları bi kenara bırakıyorum... Tükürmeye bile değmez.
Ancak... Savcılar henüz kararını vermeden, yani, herkesin adaletin vereceği kararı beklemesi gereken günlerde... Gazetem Hürriyet’in okur temsilcisi olan arkadaş, oturdu, “benim yazımın basın ahlakına uymadığını” yazdı... Onun görüşüdür, itirazım olmaz, saygı duyarım. Ama... Gazetecilik ahlakından bahseden kişinin, gazeteciliğin temel kuralına, yani, tarafların görüşlerine başvurması gerekirdi. Beni hiç aramadı. Benimle konuşmadan yazdı. Ve, yazdığının hukuken yanlış olduğu ortaya çıktı... Özür beklemiyorum. Bu ayıpla yaşasın.
(Okur temsilcisinin yorumu, eğer dava açılsaydı, aleyhime delil olarak kullanılacaktı. Yani, beni savunacak olan Hürriyet avukatlarının önüne, Hürriyet okur temsilcisinin yorumu konacaktı... Bu nedenle, Hürriyet’i küçük düşürmemek için, Hürriyet’in hukuk bürosuna teşekkür ettim ve bir başka özel avukattan beni savunmasını rica ettim. Ki, gerek kalmadı.)
Ayrıca... Savcılar henüz kararını vermeden, yani, herkesin adaletin vereceği kararı beklemesi gereken günlerde... Basın Konseyi hakkımda işlem başlattı. Savunmamı istedi iyi mi... Basın Konseyi üyesi değilim. Gazeteciler Cemiyeti üyesi değilim. Basın kartı bile kullanmam. Savunmamı isteyecekse, savcı ister, başkasının haddine değil... Bu nedenle savunma mavunma vermedim. Kendi kendilerine gelin güvey olup, lütfettiler, “kınanmama gerek olmadığına” karar verdiler. Kınamazsanız hatırım kalır! Ama, şunu sormadan edemiyorum haliyle... Benim hakkımda işlem başlatan Basın Konseyi, suç olmasına rağmen “ırkçı, faşist, katil” diye iftira atanlar hakkında niye işlem başlatmadı? “Yılmaz Özdil’i niye öldürmüyorlar” diye soranı niye kınamadı?
Ve, Basın Konseyi’nin yaptığının da hukuken yanlış olduğu ortaya çıktı. Özür beklemiyorum. Müebbete mahkûm ediyorum... Bundan sonra, bununla yaşayın.
İlaveten...
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu konuyla alakalı olarak yaptığı bir iş var ki, CHP Genel Başkanı’na hakikaten yakışmadı; ömrümün sonuna kadar affetmeyeceğim. Günü gelir, onu da yazarım.
(Mert bildiğimiz kalemlerin tırstığı, üniversitelerde 30’dan fazla tez konusu yapılan bu namert süreçte, yazılarıyla, yorumlarıyla bana destek olan Ertuğrul Özkök, Bekir Coşkun, Rahmi Turan ve değerli ağabeyim Uğur Dündar’a yürekten teşekkür borçluyum.)
Neyse, bu kadar dertleşme yeter... Çipuraların hepinize selamı var, hoş bulduk...
Paylaş