Arkadaş...

BİR fotoğraf...

Siyah-beyaz.

Arkasına "1969" diye not düşmüş babam, "Yılmaz’ın en sevdiği arkadaşıyla tanıştığı gün..."

Mevsim, yaz.

Kısa pantolonlu, dizleri yara bere içinde, saçları üç numara, bileğinde sünnet saati, elinde balonla, kara kuru ben... Yanımda o.

Tombiş.

Koca kafalı.

Yüreği daha kocaman.

Gözlerinde kederli bulutlar gezinen, sohbet ederken için için hıçkıran, hüzünlü arkadaşım.

Hemşerim...

Denizi kız, kızı deniz, sokakları hem kız hem deniz kokan İzmirimin, duygusal delikanlısı... Uslu. Terbiyeli.

Kız annelerinin bile, "çocuğum mutlaka tanışsın, onunla arkadaş olsun" dediği, İstanbul ağzıyla kanka, İzmir tabiriyle cankuş.

Yıllar geçti... Büyüdük tabii.

Mesleğe başladım. Çömez muhabirim...

Çömeziz ya, kendi arkadaşlarımızı dünyanın merkezi sanıyoruz...

Gittim, ilk röportajımı onunla yaptım.

"Bu kadar arkadaşın var, bu kadar seviliyorsun, neden mutsuzsun" diye sordum.

Etrafını işaret etti bana.

Yalnızdı... Kalabalık içinde yalnız!

Ve, o gün öğrenmiştim gerçeği...

6 yaşındayken gelmişti İzmir’e, ailesinden koparılıp... Bir daha hiç haber alamamıştı, kokusunu özlediği anasından, babasından.

Yalnızdı.

Hem ağladım, hem de utanarak yazdım, o güne kadar hikáyesini bilmediğim arkadaşımı.

Biraz da siyaset kattım yazıya...

Çünkü katılmayacak gibi değildi... İnönü’yle de tanışmıştı, Adnan Menderes’le de... Darbeleri görmüştü, gençlerin çatır çatır birbirine kurşun sıktığı o karanlık günleri de.

Tarih ansiklopedisi gibiydi.

Zeki Müren’i dinlemişti, Müzeyyen Senar’ı... Bülent Ersoy’un parlayışına tanıklık etmişti Fuar’da... Nasıl da yırtardı karanlık gökyüzünü Cem Karaca, işçisin sen işçi kal... Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan kadınlar matinesi, Beyaz Kelebekler, Barış Manço...

Ferdi Tayfur devleşirken, oradaydı.

Ateşböceği Ercan’ın kırıp geçiren esprilerine kulak kabartmıştı, Devekuşu Kabaresi’ne, Nejat Uygur’a, hepsine...

Lunapark’ta kıkırdayan bebelerin mutluluğuna da ortak olmuştu, Paraşüt Kulesi’nden atlayanların heyecanına da.

Röportajım manşet oldu... Yeni Asır’da.

"Okunur mu acaba" derken...

Bir telefon, bir faks, kıyamet gibi.

Meğer, 60’lı 70’li yaşlarını sürenler dahil, herkes tanıyormuş arkadaşımı... Kimi hatırasını anlatıyordu, kimi beraber çekildiği fotoğrafını koymuş mektubuna... Antalya’da, Diyarbakır’da, Eskişehir’de tanıdıkları varmış.

Büyükle büyük... Küçükle küçük olmuş.

Hiç unutmam, mutluluktan uçmuştum...

Annemin yaptığı börekle birlikte koşmuştum ona... Okumuştum tek tek, hemşerilerinin sevgi mesajlarını.

Dinledi, dinledi, dinledi...

Sonra da her zamanki gibi, döndü arkasını sessizce, yürüdü, gitti... Kederli.

*

Pak Bahadur’du o.

Fil diyorlar... Değildi.

*

Geçen ay kaybettik onu.

Pakistan ormanlarında toprağa basması gereken ayakları, ömrü boyunca betona bastığı için iltihaplanmıştı... Taşımıyordu 59 yaşındaki, 5 tonluk vücudunu... Katlanılmaz ağrıları vardı. Ameliyat şarttı. Narkoz verdiler. Son bir damla gözyaşı süzüldü gözlerinden, kapandı, bir daha da açılmadı... Sözde yuva diye yapılan, paslı çivilerle, üç metrelik çukurla çevrili cezaevindeki tutsak hayatı son bulmuştu... Bitmişti işkence.

Özgür şimdi arkadaşım...

Alabildiğine uzanan Asya enginliğinde gönlünce koştuğunu, annesine babasına kavuştuğunu, hasretle sarıldığını, kahkahalarını, "döndüm, geri geldim" diye haykırdığını, ruhunun ilk kez rüzgár aldığını hissedebiliyorum...

*

Ve, dün yine açıldı İzmir Fuarı.

Bu defa onsuz.

Kalabalık yine kalabalık.

Ama artık herkes yalnız.
Yazarın Tüm Yazıları