Paylaş
On dokuz Eylül, bin dokuz yüz doksan yedi, saat on bir otuz tarihi, benim bir ‘‘yalı’’ya ilk kez ayak basışımın tarihidir ve çok önemlidir.
Bu yalıda karşıma sarışın ve güzel bir kadının çıkmış olması, günün mana ve ehemmiyetini daha da artırmakta, ayrıca olaya hoş bir rayiha katmaktadır.
Uzun lafın kısası, yaklaşık iki yıldır televizyon ekranları dışında görmediğim Tansu Çiller'i, dün Yeniköy'deki yalısında ziyaret ettim. Elimde kocaman bir kırmızı gül buketi vardı.
Ona hangi çiçeği götüreceğim konusunda fazla düşünmedim. Çünkü, üç yıla yakın bir süre önce beni telefonla aramıştı. O sırada şiddetli bir safrakesesi krizi geçirmekteydim.
Daha önce de anlattığım gibi, sancı ve kramplar yüzünden ağzımdan doğru dürüst bir kelime çıkamamıştı. Zaten biraz sonra da hastaneye kaldırılmıştım.
Laparoskopi yöntemi ile safrakesem alınmış, ertesi gün evime dönmüştüm. Evde beni sayısını hatırlayamadığım kadar çok kırmızı gül bekliyordu.
Renaissance Polat Oteli'nden elimde yüzlerce kırmızı gülle çıkamayacağımdan, sayıyı nedense ‘‘on bir’’le sınırlı tuttum.
* * *
Yalının kapısında beni gözlüklü bir beyefendi karşıladı ve içeriye aldı. Zevkle döşenmiş bir salona girdim. Elimdeki gül buketini denize nazır bir sehpaya bıraktım ve denizi seyretmeye koyuldum.
Bu arada salonun biraz havasız olduğunu sezinledim. Balkona açılan kapılardan ikisini de zorladım; ama açılmaya niyetleri yoktu.
Biraz daha zorlasam açacağımı biliyordum, ama sakar olduğumdan Tansu Çiller'in evine ilk gidişimde kapı pencereyi kırıp dökmek istemiyordum.
İlk Moskova'ya gidişimde bizim elçiliğin antika sandalyesini bir oturuşta kırmış olduğumu hiç unutmuyor, bu yüzden tedbirli davranıyordum.
Derken merdivenden inen genç kızvari ayak sesleri duyuldu. Arkamı döndüm. Sarışın Güzel Kadın bana gülümsüyordu.
Ben de içtenlikle gülümseyerek yanına gittim. El sıkıştık.
Sonra bahçeye bakan bir köşedeki divana oturduk.
Uzun uzun ve dostça konuştuk.
* * *
Açıkçası zamanın nasıl geçtiğini bilemedim. Belki de zamanım sadece onu incelemekle geçmişti.
Gene tam bir ‘‘Sarışın Güzel Kadın’’dı. Üstelik artık çelikleşmişti. Bir çok savaşlara girip çıkmıştı.
Bana mücadelesini anlattı ve bu arada birçok hata da yaptığını söyledi. Ne var ki, ‘‘hata’’ kesimi sadece on saniye sürdü.
Onda ilk görüşümde saptadığım özellikler değişmemiş, ama pekişmişti. Yüzünde inançlı, inatçı ve kendini adamış insanların sükûneti vardı.
‘‘Keşke onunla çok daha önce ve uzun konuşabilseydik’’ diye düşündüm.
Çünkü, artık ‘‘halk’’ kavramının yüceliğini kavramış görünüyordu. Sadece halkına, insanına güveniyordu.
Demokrasi, hukuk ve insan haklarına iştiyakla sarılmıştı.
Ve bence onun asıl işlevi, şimdi başlıyordu.
Yani tam bitip tükendiği zannedilen anda...
Paylaş