Paylaş
Doğum günü hikayesi
Doğum günü denildiği zaman aklıma hemen doğum anı gelir. Müthiş bir durumdur bu. Kutlanmaya en değer andır. Fakat, ne olduğu pek de anlaşılmaz. Sadece şenlik ve kutlamaların keyfine kapılırız, o kadar.
Doğumun gerçekleşmesi için önce bir tohuma ihtiyaç varsa da, ne tohum, ne de toprak aklımıza gelir. Sadece ‘‘iyi ki, doğdun’’ deriz. Böylece eğleniriz.
Duygularımızın coşmasındaki kaynağı pek anladığımız söylenemez. Ama olsun, coşup eğleniyoruz ya, sevdiklerimize iyi dilekler gönderiyoruz ya, bu da bir şey.
Aslına bakacak olursanız çok önemli bir şey. Çünkü, içinde bulunduğumuz koşullar içinde birbirimizi görecek halimiz bile kalmamış olduğu için, dostlukları pekiştirmek, sevdiğimizi söylemek için bundan daha iyi bir fırsat olamaz.
Neyse ki, doğum günlerini kutlamak bir gelenek haline gelmiş. Geleneğin nasıl ortaya çıktığı ise, hiç önemli değil.
Halbuki, doğum denilen mucizevi olayın kendisinden kaynaklanan heyecan ve coşkunun yarattığı bir eylemdir, bu kutlamalar...
Toprağın altından fışkıran filizi tam da doğarken izlediniz mi hiç? Ya, ufuk çizgisinde beliren güneşin ışıltılarını... Güneşin karanlığı yararak doğması ile toprağı delerek yükselen filizin yarattığı heyecan arasında pek büyük bir farkın olmadığını ancak izleyenler bilir...
Ve de bundandır ki, insanlık tarihi kadar eski zamanlardan beri ‘‘gün doğumuna selam’’ törenleri düzenlenir.
Mitleri incelediğiniz zaman ağaçların çiçeklenmesi, doğanın uyanması, hayvanların doğurması, Güneş'in, Ay'ın doğuşu ve de tüm doğumların ayrı ayrı kutlamalara değer olaylar olduğunu görürsünüz.
Ve tabii bütün bunların hepsi insan içindir. Ve de insan bilir. Kendisini onurlandırıp yücelten ve de taptaze enerjiyle yükseltip yenilenmesini, gençelşmesini sağlayan tüm bu doğumların hepsine ayrı ayrı teşekkür eder. İçinde giderek yükselen coşkusunu, kutlamalar ve törenlerle ifade eder.
Bu demektir ki, ‘‘iyi ki doğdun, var olarak varlığıma katkıda bulundun, teşekkür ederim.’’
İşte tüm törenlerin, kutlamaların çıkış kaynağı bundan başka bir şey değil. Ama, en önemli şey. Bundan daha önemli bir şey düşünemiyorum. Varlığıma varlık katandan daha önemli ne olabilir ki...
BİN YILIN HEYECANI
Geçen gece hep birlikte yeni bir yıla girmekten daha fazlası olan yeni bir bin yıla törenlerle girdik. İçimizde tanımlayamadığımız bir coşku ve heyecan taşıyorduk. Acaba bu heyecanın kaynağı ‘‘bin yıl’’dan mı kaynaklanıyordu?
Elbette ki, bundan kaynaklanıyordu ama daha fazlası vardı. İçinde yaşadığımız medeniyetin doğum günüydü. Yeni bir bin yıla gözlerini açmak üzereydi. Heyecanımızın, coşkumuzun en derinlerdeki nedeni buydu. Adlandıramadığımız, adına ‘‘milenyum’’ dediğimiz çağa, tüm dünya olarak doğuyorduk.
Bütün doğumların yarattığı coşku ve heyecanla bin yılı karşılıyorduk. Çünkü bu doğum, hepimizin doğumu demek anlamına geliyordu.
Ve şimdi kendimizi yokluyoruz. Anlamaya ve tanımaya çalışıyoruz. Henüz farkında değiliz. Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibiyiz.
Sadece ihtiyaçlarımız var. Büyümek için gereken ihtiyaçlar! O kadar.
Anlamak için büyümemiz şart. Ama, nasıl gelişeceğiz?
Sağlıksız yiyecekler, sağlıksız koşullar içinde bulunursak, gelişmemiz de pek sağlıklı olmaz. Hatta bu tip bir koşulda cılız ve kavruk kalma ihtimalimiz bile var.
‘‘Şimdi’’ çok önemli. Çünkü, gelişme hızımızın en fazla olduğu dönemdeyiz. Daha henüz doğduk, iki günlüğüz. Ama, bütün zamanların en hızlı büyüme devresindeyiz.
Şayet sağlıklı besin, enerji ve koşullar içinde bulunmayı başarabilirsek, medeniyetimiz son derece güçlü ve sağlıklı biçimde büyür. Şimdi büyüme zamanı.
Büyütecek olan da tabii ki, bizleriz. Doğurduğumuz gibi bakacak, besleyecek, sağlıklı koşulları yaratıp büyüteceğiz.
İşte, henüz anlamadığımız ve bugün anlamamız gereken bu.
Sonra, eserimize bakıp ya memnun olacağız, ya da olmayacağız.
Memnun olursak, ‘‘bunu ben büyüttüm’’ deyip böbürleneceğiz.
Ya memnun olmazsak... O zaman ne olacak?
Her zaman yaptığımız gibi hemen günah keçilerini bulup hatamızı, beceriksizliğimizi üzerine yıkıvereceğiz.
Herkesin herkese ihtiyacı olduğu böyle bir dönemde! kendimizin dışında bir başka kişiye, ülkeye, makama hatalarımızı yükleyemeyeceğimize göre bütün suç ‘‘kedi’’nin olacak. (Bizim evde öyle oluyor da!..)
Yani ‘‘doğa’’nın suçu. Hep onun yüzünden. Ne vardı sanki öylesine esecek? Yağmurları, fırtınaları üstümüze gönderip toprağı sallayacak... Bak işte, sırf bu yüzden doğru dürüst bakamadık, besleyemedik, büyütemedik medeniyetimizi, diyeceğiz.
Şayet şu doğal afetler olmasaydı, görün bakın biz öyle bir besler ve bakardık ki, dünya dünya olalı böyle bir medeniyet görmemiş olurdu diyeceğiz.
Ne yapalım, kaderimiz böyleymiş, diyeceğiz.
Ve nihayet, tek bir kusurumuz olmadığına kanaat getirip gönül rahatlığı içinde sıkıntılarımızdan şikayet edeceğiz.
Yani en iyi bildiğimiz şeyi yapacağız.
Bütün hatalarımızdan yağdan kıl çeker gibi sıyrılmak ve de çözüm getirmeden sadece şikayet etmek, bizim en büyük meziyetimiz.
Sanki şikayetçi olurken enerjimiz artıyor da kendimizi daha bir iyi hissediyormuş gibi dolaşıyoruz. Ne tuhafız.
Aslında bu durum, geliştirdiğimiz medeniyetin tuhaflığı, biz de bir şey yok. Sütten çıkmış ak kaşık kadar per ü-pak, saf mı-saf, bezay mı-beyazız...
Doğurduysak doğurduk, ne yapalım? Allah'tan büyük müyüz? Tanrı verdi, tanrı aldı, deyip başımız önümüzde bir dakika saygı duruşunda bulunacağız.
Dur yahu, ne yapıyorum ben şimdi? O kadar da değil. Doğum günü hikayesini ne hale çevirdim? Doğar doğmaz öldürüverdim.
Tabii ki, böyle bir niyetim yok. Zaten elimde böyle bir imkan da yok. Ama, ya böyle olursa diye, ‘‘Nasreddin Hoca’’ misali testiyi kırmadan kulağını çekeceksin ki... şeklinde küçük bir hikaye anlattım. Kimbilir belki kulağımıza küpe olur, diye, Yasemin'ce...
Paylaş