Paylaş
En sıradan sayılanı bile, olağan mucizedir fikrimce.
Bebek konuşmadan, yüzü konuşur... En dilsiz, en kepenkli halinde insanın, yine o susmaz.
“Maskeli” olması, duygularını gizlemeye çalışması bile, ayrı bir lisandır. Şifrelerini çözene...
Bazı insanların yüzü ise, ruhunu da yansıtır sanki.
Yüzü anlatır, herşeyi. Size öyle gelir.
Hem içe açılan koridorlarını görürsünüz, hem dışa açılan kapılarını…
İfadesini, görürsünüz.
* * *
Hayatının panoramasını yüzünde taşıyor gibi o insanlar.
“Hayat heryerde” dersiniz onlarla karşılaştığınızda, “Bakın, mesela oralarda bir yerde…”
Huzur da verir, bir tür güven de...
Hayat da öyledir zaten; yeterince, öyle olduğunu anlayacak kadar yaşarsan.
* * *
Öyle yüzleri yeterince anlar, hissedersiniz, hayatta artık size gerçekten samimi, hakiki gelen şeyler azabilir.
Samimiyetin kıymetini, -senli-benli olmaya gerek kalmadan- öyle de anlarsınız.
Bakarsınız ve ayırt edersiniz onu.
Tebessüm, hemen her yüze yakışır da... Hüzün, bazı insanların yüzünde güzeldir sadece.
Hüznüyle geçinebilen, bakışlarında iç savaş olmayan insanların yüzünde...
Fark edersiniz.
* * *
On bir yıl önce, 34 yaşında hayata veda etti Kâzım Koyuncu. 25 Haziran’da.
Stili, türküleri kadar, yüzü, naif silüeti de aklımda.
Son deminde, kemoterapi yok etmiş uzun saçlarını, sakallarını, kaşlarını... İçi-dışı bir yüzünden o gölgeler bile kalkmış.
Ama sahnede hâlâ, söylüyor türkülerini...
Hüznüyle simetrik gülümsemesini yitirmeden, oturarak söylüyor.
“Ha konser, ha kanser...” diyor gülümseyerek, “şair ceketi” de aklımda.
Edip Cansever, “Senin yüzünde gülmek var /Bakınca bir yaşama ordusu çıkıyor aydınlığa” der ya.
İşte o ordu, onun Karadeniz yüzünde.
* * *
Genç kuşaklar Karadeniz türkülerini onunla tanıdı, sevdi.
Volkan Konak’ın ehlileştirdiği, şirinleştirdiği gibi değil ama... Yaban, yaman, kiminde dilince söyledi türkülerini...
Dinleyenler, sevdiğini onun türküleriyle dünyalara bildirdi.
Kavuşamayan sevgili, onunla kabardı, onunla dindi:
“İn dereye dereye, al dereden taşları /Geçti bizden sevdalım, al cebimden saçları.”
Ayrılığa saygıyı, ondan da öğrendi:
“Gerdiğin tel kalbimde kırılmadı /Gönülkuşu şarkıdan yorulmadı
Bana kimse sen gibi sarılmadı /Işığımız sönmeden gidiyorum (...)
İşte gidiyorum /Bir şey almadan /Bir şey vermeden
Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum.”
* * *
Ve erkenden gitti.
Bazı Karadeniz türkülerinin nakaratında son hecenin söylenmeyip, son kelimenin yarım, eksik kalması gibi...
Hani, “Kız senin sebebine kaldım İstanbullarda, kaldım İstanbu...” misali.
Bu durumun hikayesini, belki efsanesini hatırlıyorum, gülümseyerek.
Türkülerin son dizelerinin yarım kalması, meğer coğrafyadanmış.
Karadeniz dik yokuşlu, dağlık tepelik ya…
Sırtındaki çay, fındık çuvalını türkü söyleyerek taşıyan Karadenizlinin son dizeye soluğu yetmezmiş, rivayete göre.
Eh, tezcanlılık, sabırsızlanma da var, dağ-tepe dinlemeyen çocuklar gibi...
Koyuncu gibi, “rüzgarla yarışırken, koşamaz olan”...
Hep, “Yüksek dağın kuşuyum da /Serviye konacağım” derdi.
Kondu, orada...
Paylaş