Paylaş
Şehrimizi, unutulmaz an(ı)larımıza eşlik eden mekanlarıyla, meydanları, heykelleri, parkları, sokakları, hatta o sokaktaki iğde ağaçlarıyla, onların kokusuyla hatırlar, öyle anarız.
Belleğimizde o bütünlük içinde korur varlığını. O mekanlar, o objeler, geçmişteki o “an”ı, bugüne yeniden yerleştirir.
“Hafıza mekanları”dır hepsi. Bazen bizi oralara, o zamanlara götürür, bazen onlar bize gelir.
O şehirde, o ülkede yaşayan insanların kolektif hafıza nesneleridir hepsi.
Yok edilirse, unutmanın davetkâr kucağına sürükler bizi...
* * *
Ankara yitirilen, unutulan hafıza mekanlarının, meydansız başkentidir artık.
Lawrence Durrell, İskenderiye’yi “hafızanın başkenti” olarak adlandırıyorsa... Ankara’ya da “unutuşun başkenti” yakışır bu mevzuda.
British Museum’da altın bir tablette yazan uyarı, yaşanarak güncellenmiştir bu şehirde:
“Hades’in ülkesine indiğinde kapılardan birinin solunda, beyaz servinin yanında bir çeşme göreceksin.
Bu unutuş çeşmesidir, sakın suyundan içme.”
Ama biz kana kana içeriz, nedenleri bulanık susuzluğumuzda...
Zira unutmak sadece hafızayı temizlemez, bazen vicdanın yükünü de hafifletir.
* * *
Hafıza mekanlarının, kolektif hafızanın yitimi, hatıraları da çekiyor girdabına.
Ve kentin hafıza mekanlarının yok edilmesine dayalı strateji, bizzat kent(li) hafızasına uzatıyor menzilini.
Hızla geçiyor zaman. Hafızanın üstünü giderek koyulaşan, çürüyen/çürüten yapraklarıyla örterek.
Hızla, pürtelaş, itile-kakıla...
* * *
Hafızasız, hatırasız yorgun pavyon şarkıcısı gibi dolaşıyoruz sonra bulvarda.
Mırıldanıyoruz, dümbelek eşliğinde:
“Unutulmaz deme bana unutulur unutulur /Kapanır en derin yara acısı da unutulur
Bu hayat böyledir dostum /Yaşanan gün mazi olur
En değerli hatıralar bir gün gelir unutulur...”
Öyle geçiyoruz bulvardan, şarkının hatırlayamadığımız kelimelerini değiştire değiştire...
Hep eksik kalıyor güftesi. Kayıp, solgun hatıralarımız gibi...
El ele dolaştığımız sokağın eski (asıl) adı neydi, hâliyle unutuyoruz. Kavşaktaki kesilen çınar ağacını da... Her cumartesi sevgiliyle buluştuğumuz, şimdi yok olan meydanı da... O meydandan depoya sürülen heykeli de...
Sonra o sevgilinin adını da...
Değil sokaklar, kentler bile unutulur, değil mi?
Unutulur, unutulur...
* * *
“Her şey işte böyle oldu önce” der ya Cemal Süreya.
Öncesini unutunca, sonrasına alışacağız. Ve yeniden unutacağız sonra.
Edip Cansever’in salıncağında, Yeşilçamın altında eteğini toparlayarak sallanan o mutlu ve dalgın Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray gibi unutacağız:
“Yani olanlar olmuştur bir kere /Bir kartal donakalmıştır sıcaktan.
Bir U sesi duyulur /Yaratılmaya uygun bir ses, U
Uzağa bakar kartal. /O kadar bakar ki, bakmaz
Taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür
Tanrım bize bir salıncak!
Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri
Bir daha, bir daha, bir daha /Unutmak unutmak unutmak...”
* * *
(Yeniden) yaratılmaya uygun bir ses, U.
Ulus’ta yıkılan İller Bankası’nı ben diyeyim 1 hafta, sen de 1 ay sonra unutacağımız gibi... Sesi sürekli kısılacak, gün gelip hiç duyulmayacak bir ses.
Unutmanın U’su, Unutmanın u’su, unutmanın u’su, unutma...
Ama “Unutma!”ya ünlemini de koyduktan sonra, belki büyük harfle Umut’un U’su...
Lethe - Unutuş nehri.
Paylaş