Paylaş
Manzaramı da bozuyor, hayallerimin ayarını da.
Francis Ford Coppola'nın bir filmini unutamam.
Rumble Fish (Siyam Balığı).
Siyah-beyaz filmde sadece öfkeyi, kavgayı simgeleyen ve akvaryumunda kendinden başka hiç bir türdeşini barındırmayan Siyam Balığı, kan kırmızısıydı.
Filmde, öfkenin, kavganın sembolü olan kırmızı Siyam Balığı'nın dışında, hayatı tümüyle siyah-beyaz gören bir insan anlatılıyordu.
İnsanın 'vahşi' doğasında nelerin saklı olduğunu düşünüyorum, o filmi her hatırladığımda.
* * *
Öfkenin bir "kent hastalığı" olduğuna inanıyorum.
Giderek marjinalleşen bir kent hastalığı.
Seri patlamalarla dışavuran bir kriz hali.
Öfkenin daha çok hayatı, kenti dar yaşayanlara özgü bir duygu olduğunu düşünüyorum.
Dar yaşadıkça, sığdıramıyor varlığını hayata, kente, eve.
Öfkeleniyor hayata, dışarıya, en çok da kendine.
Ve dolaşıyor sokaklarda; kınından çekilmiş eğri kılıç, namluda paslı kurşun gibi.
Bazen omuz atıyor, bazen sert bir bakış.
Adımları yengeç, parmakları tesbih tanesi.
Aranıyor, sürekli.
Ama bulamıyor ne aradığını bilmediği için, kendini.
Kostak adımlarının nafile döngüsünde yolunu yitiriyor.
Kalıyor, akvaryumunda.
* * *
Bilmem siz de fark ediyor musunuz.
Öfke artık ne futbolda, ne TV'de, ne medyada, ne de siyasette -eskisi kadar- 'rayting' alıyor.
Ne de sokaklarda...
Giderek, "öfkeli olma hali" hastalıklı bir durumun ana belirtileri arasına yerleşiyor.
Mafyoz dizilerde bile, delikanlı kahramanı serinkanlı/soğukkanlı, daha sabırlı tiradlarla yerleştiriyor senaryoya yönetmenler.
Çünkü biliyorlar; 'Öfkeli', artık sadece Pamuk Prenses'in 7 cücelerinde sevimli.
Öfkeli polemikler, öfkeli demeçler belki bir an, sadece bir an ilgi topluyor.
Ama kalıcı olmuyor o ilgi.
Öfke belli belirsiz dışlanıyor, yaşamdan.
Yavaş yavaş...
İyi ki dışlanıyor.
Paylaş