Paylaş
Mahallede mevsimin değiştiğini simitçiden anlardık eskiden.
Ceketinin içine meşin yeleğini giyip, yün beresini gözüne çekti mi tamam. Demek ayaz vurmuş sabah simidine...
Bugün de sosyal termometre, sokak manzaralarında kendini gösteriyor.
Dışarıda hissedilen ayazı, arabanın kaloriferi seni ısıtırken sokaktakilerin hâlleriyle anlıyorsun.
Otomobilinin ön camlarında biten çocuktaki bir atkının varlığı, yahut yokluğuyla... Yanakları, burunlarıyla...
İçin üşüyor.
* * *
Menzilimizde hep.
Durursunuz ışıkta, camınızda biterler.
“Dalgınlığıma gelirse, bir an irkiliyorum” demişti bir arkadaşım.
Artık o da mazide kaldı. Belki Suriyeli aileler ve çocuklarla da artan popülasyon nedeniyle, uzun süredir böyle manzaralardan irkilmeyen, neredeyse tuhaf bile karşılamayan bir toplum olduk evelallah.
Trafik ışığı, bir ithal ağaç, kavşakta bekleyen otomobiller gibi, manzaramızın parçası onlar.
Oturdukları refüjden o yorgun alışkanlıkla kalkar gelirler...
Biz de başımızı öte yana, havalara çevirip, ışığın yeşile dönmesini bekleriz. (Onlara da “Dileneceğine git çalış, oku adam ol, kazık kadar çocuksun” diyen kalmış mıdır acaba)
Sonra uzaklaşırız oradan.
Çocuklar da ardımızdan Cengiz Kaplan’ın -sokaktan- dizeleriyle bakar:
“Sahi niye korkuyorsunuz /ben sizin çocuğunuz değilim...”
* * *
Hepsi ayrı bir sosyal siluet...
Kiminin uzanan boş avucunda, bakışları var.
Kiminin elinde kağıt mendil, yara bandı ya da bir demet kalem.
Kalemi belki kullanamayacak hiç ama, “yara bantları”nı hem kullanacak, hem satacak.
Kiminin kucağında çiçekçi çöpünden, mezat artığından derlenmiş -ikinci el- kısa saplı bir kaç gül:
“Abi, amca sevdiğinin başı için...”
Onlar da sokağın kısa saplı gülleri zaten.
Kısa saplı ömürleri, sapsız hayatlarıyla...
* * *
Herşey için küçükler ama elleri büyük, sokakta yaşamaktan.
Ahmed Arif’in dizelerindeki gibi; “Ciğerleri küçük, elleri büyük /Nefesleri yetmez avuçlarına...”
Üzerlerinde bir penye hırka, bir eğreti mont, göğsünde yazısını anlamlandıramadığı bir tişört, bakarlar ayazda.
Kirden-pastan, ayazdan mora kaçan elleriyle, bilet keser gibi yara bandı uzatırlar.
Dilendirilirler, çalıştırılırlar; yok ailesi organizedir, yok hepsi fırsat çeteciğidir, olmadı şefkat avcısıdır.
Varlıkları herzaman, “ama”larla, “belki”lerle örülü bir mazerettir mutlaka:
“Dışı en küstah yanlışlıklar /içi en başka türlü ayıp (...) sahi mi yalan mı anlayamazsın” (¹)
* * *
Eskiden Ulus Hali’nde martılar vardı her damda/kuytuda...
İstanbul’dan Ankara’ya balık getiren kamyonların peşine düşer, gelirlermiş.
Hani Can Yücel, “Martılar ki, sokak çocuklarıdır denizin” der ya...
Şimdi heryerden müstakbel sokak çocukları geliyor takılıp ailelerinin peşine.
Nereden gelir, nereye giderler, ne olurlar... Kim bilir?
Ama çığlıkları, martılar kadar duyulmaz.
* * *
Bugün, yarın camınızda yine bir çocuk bitecek, ışıkta beklerken.
Sebebini-sonucunu, sahiciliğini-yalancıktanlığını filan bir an boş verin.
Ona bir de kışın-ayazın herkese farklı, onlara erken geldiğini bilerek bakın...
Belki aklınıza çocukken ront adımlarıyla, zıp zıp söylediğiniz o şarkı gelir:
“Mini mini bir kuş donmuştu /Pencereme konmuştu...”
(¹) Attila İlhan
Paylaş