Paylaş
Gül kokuyordu heryer.
Edip Cansever'in "Gül kokuyorsun bir de, amansız kokuyorsun, gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun..." dizesinin şifresini o koyu havalarda ara(la)dık.
Bahçelerden taşan o koyu gül kokusu başımızı döndürürken, daha önce hiç duymadığım ve belki bir daha hiç duyamayacağım bir ötüş ulaştı kulağımıza.
Bülbül!
Evet, her yer gül kokuyordu ve üstelik bülbüller ötüyordu.
Bir masala katılır gibi küçük evin bahçesine girdik ardından, Güven Etkin, Ünal Nalbantoğlu ve Kadir Gürtan ile birlikte.
Güven Hoca'nın bize kapısını açtığı o küçük evde, bize tanıştırdığı o gül-bülbül ülkesinde kalacaktık bir hafta.
İlk akşam bahçedeki ağacın kıyısına kurduk masamızı.
Ve o ağacın can erikleri, Ünal Hoca'nın buzdolabında iyice soğuttuğu kiraz ve rakıyla sabaha erdi sohbetlerimiz.
Akademisyen olmamın ilk nedeniydi Güven Hoca, önce insan olmamıza özen gösteren ağabeyliğinden sonra.
* * *
Önce o Burgaz yer etti hayatımda.
Mudanya Burgaz.
Sonra İstanbul Burgazada ile tanıştım.
Birbirinden farklı ama kardeş yönlerini keşfettim iki Burgaz'ın.
İki Burgaz'ı bana tanıştıran iki insan da ağabey-kardeş gibiydi, dost olabilmelerinden öte.
Hep öyleydik ama şimdi onlar yok.
Burgaz'da da ne gül kokuyor, ne bülbül ötüyor artık.
İki farklı denizdi, o iki Burgaz, o iki insan.
Cansever'in Gül Kokuyorsun şiirindeki gibi:
"İki su
İki deniz bazen
Bazen iki damla yaz yağmuru
(...) Büyük sular büyük gemileri sever çünkü
Ve odur ki büyüklük
Şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse..."
An(a)mıyorum o iki insanı.
Çünkü anı olamayacak kadar taze, hep yaşayan varlıkları.
Her düşündüğümde, dizeler geçiyor içimden.
Dolu bir hayat nasıl usulca geçerse...
Paylaş