Paylaş
TV’den izlemiş, ya da okumuşsunuzdur.
Şanlıurfa’dan Gaziantep’e giden Halil Cengiz minibüste fenalaşıyor. Henüz 25 yaşında...
Minibüsün şoförü onu sürükleyerek, kaldırıma bırakıyor. Duvara yaslıyor.
Ayağından düşen tek ayakkabısını, taşıdığı poşeti yanına koyuyor, basıp gidiyor rahatça.
Bazı deyimlerimizin, deyişlerimizin ve onları sessizce kabullenmelerimizin sözü çıksın.
Belki mazereti, “Yolcu yolunda gerek” kabilindendir.
Neden sonra birileri ambulans çağırıyor ama...
Cengiz hayatını kaybediyor.
* * *
Geçen yıl bir film izlemiştim.
Avustralya yapımı, Jindabyne...
Olay Avustralya’nın güneydoğusundaki Jindabyne gölü kıyısındaki bir kasabada geçiyor.
* * *
Kasabanın 5 erkeği, bu yıl da alabalık tutmaya giderler.
“Erkek” ya da “ayrımcı” muhabbetleri daha ilk sohbette, bir lezbiyen fıkrasıyla başlar.
Zaten her yıl alabalık tutmaya gittikleri mekan da “erkek mıntıkası”dır ve grubun doğal lideri konumundaki Stewart bunu net olarak vurgular:
“Buraya kadınların gelmesi yasak...”
* * *
O sırada içlerinden birisi, kıyıda çıplak bir genç kız cesedi görür.
Bakarlar, genç kızın öldürüldüğünü anlarlar.
Genç kız aborjindir; yani -dilimize tercümesiyle- Beyaz Avustralyalı değildir.
Şöyle bir ayaküstü genç kızla ilgili ne yapacaklarını konuşurlar.
O kadar yolu arabayla, sonra da ıkın tıkın yürüyerek balık avına gelmişlerdir ya....
Aynı yolu geriye yürümeye üşenirler, gerek görmezler.
* * *
Stewart önerisini söyler:
“Onu burada bırakalım diyorum ben...”
Arkadaşı tasdik eder; “Evet, evet katılıyorum... Sürüklenmemesi için onu suda bir yere bağlamalıyız...”
Misinayla kızın cansız bedenini, ayağından bir dala bağlarlar.
Ardından da keyifle balık tutmayı sürdürürler... Cesedi buldukları yerin hemen kıyısında...
* * *
En gençleri tuttuğu balıkla yaygın bir gülümseme eşliğinde fotoğraf da çektirir ve sevgilisini arar:
“Bir ceset bulduk, ama çok güzel bir balık da yakaladım.”
Sonradan o fotoğraf gazetelere manşet olacaktır:
“Cesedin yanında balık tuttular...”
* * *
İki gece üç gündüz süren balık mesaileri bitince de, artık üzerinde böceklerin, sülüklerin gezindiği, suyun/zamanın etkisiyle tüm delillerin yok olduğu genç kızı geride bırakıp, evlerine dönerler.
Geride sıkaca dala bağladıkları ayağı örselenmiş, bir ceset kalır.
Stewart eve gelir, olayı karısına söyle(ye)mez. Ama çok arzulu bir biçimde onunla sevişmekten de geri durmaz.
Sabah eve polis gelince, anlatmak zorunda kalır...
Karakolda, polis iğrenen bir ifadeyle, “İnsanlar ceset bulduklarında hobilerinin keyfini çıkarmaya devam etmezler. Sizden utanıyorum, bütün kasaba utanıyor” der.
* * *
Ve karısı Stewart’a sorar:
“O bir erkek, bir beyaz olsaydı, yine bırakır mıydın?”
Adam o bildik “normalliği”, "Ne oldu ki?" haliyle karşılık verir:
“O umursamaz, duyguları, düşünceleri yok o ölü...”
Sonra da karısının masaya koyduğu yemeğin ilk lokmasını almadan şükran ifadesiyle haç çıkarır.
Ölüdür ölüdür ama, aborjin inanışına göre insanlar öldükten sonra ruhlar gezer, yuvalarına döner. Huzur bulur...
Ama o kız bağlı olduğu için........
* * *
Kızlarını yitiren ailenin duygularını, düşüncelerini, farklı bir yön kazanarak koyulaşan kederlerini bir türlü anlamazlar.:
“Ne yaptık ki, zaten ölü...”
Biri bile polis araştırmasının üç gün geç başlamasının, belki katilin ekmeğine yağ sürdüğünü bile düşünmez.
Zaten kasaba sakinlerinden olan katili seyirci filmin başından beri bilmektedir, ama asla yakalanmaz.
* * *
Stewart karısına, “Neden kendimi sana aklamam gerektiğini anlayamıyorum bir türlü” diyerek üste çıkmaya çalışır.
Vicdanı, gerektiğinde (başka bir ırk, cinsiyet ya da farklı bir cinsel tercih gündemdeyse mesela) devre dışarı bırakma meziyetine sahiptir, diğer arkadaşları gibi...
Zaten aborjinlerin inanışını da batıl olarak görüp, “zırvalık” der ama kendi inanışına göre yemek duasını eder, azizler gününde ailesiyle birlikte gerekli tüm ritüelleri yerine getirir.
* * *
Biri bizden gerçek bir olay.
Diğeri Raymond Carver’ın “So much water so close to home” adlı hikayesinden uyarlanan bir film.
İşte böyle sayın seyirciler.
(¹) Yönetmen Michael Haneke, her filminde izleyiciyi sarsmayı, rahatsız etmeyi amaçlar, eleştirilerini, yaratmaya çalıştığı “farkındalığı” bu üslubuyla perdeye taşır. Katıldığı bir festivalde filmi gösterilmeden önce seyirciye şöyle der: “Huzursuz seyirler dilerim...” Nitekim, bir çok seyirci film bitmeden salonu terk eder.
Paylaş