Paylaş
“Ver elini öpeyim” diyor; uzattığı elinde kahverengi benekler, esmer lekeler, eriyen teninin saklayamadığı damarlar...
Önce eller yaşlanıyor belki de. Ve yavaşça onlar ölüyor, boşlukta can çekişerek...
Her kıpırtısı titrek, mütereddit... Sanki bir kelebek konsa eline, o teması bile dengesini kurmadan taşıyamayacak.
Elleri yamacındaki boş sehpada, -gördüğü- bir şeyleri arıyor.
Almaya çalışıyor, yönetemediği parmaklarıyla...
Ne aradığını, o boş sehpada ne(ler) gördüğünü anlatamıyor. Her şey yarım, her şey eksik, her yer flu.
Kelimeleri, kuramadığı cümleleri, ona artık yabancı, “çat-pat” gelen bir dilin bulanık haznesinde karıştırıyor.
İsteyemiyor.
* * *
Yatağının yanına çömelen adamın ellerine uzanmaya çabalayarak, yineliyor:
"Ver elini öpeyim..."
“Olur mu hiç baba” diyor 50’sini süren adam, “Ver, asıl ben senin ellerini öpeyim...”
Sonra... Yanak yanağa veriyorlar.
Dışavuran, tenini yitiren elmacık kemikleri, sadece böyle anlarda bir yumuşaklık, bir yanak hissediyor belki.
Yaşlı adamın, bu hayatta yaşadığı yahut çoğu şeyi yaşayamayıp da öyle ömrünü sürdüğü 90 yıl, artık bir “yaş”la, bir ölçüyle tanımlanamaz gibi...
Sanki 88’di geçen hafta, dün 89, bugün de 90 oldu.
“Demans, Alzheimer” diyor doktorlar, ilaç veriyorlar adı Cogito...
Ama Cogito tabletleri, cümlesini tamamlayıp “Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)”a ulaştıramıyor artık onu. Yoksa... Yok mu artık o?
* * *
Ardı arkası kesilmeyen akınlarla insanın geçmişini alıyor önce... Parça parça, bölüm bölüm...
Sonra becerilerini:
“Bunu (çatal) nasıl tutacağım?”
Ardından “hayallenme”ler, halüsinasyonlar geliyor, o koyu kalabalıklar. Kötü, korkunç insanlar, kara politikacılar, hırsızlar, katiller, arada iyi insanlar, “hızır”lar ve hep ölüleri, yitirdikleri...
Ve peşisıra, “Karım nerede?”:
“O... Ölmüştü, baba...”
Sonra o keskin soru:
“Neredeyim?”
* * *
Yanına giden oğlu, kızı, torunu, o tanıdık yüzler gülümsetiyor çehresini...
Sonra, tanıyamamaya başlıyor, onları da. Ara-sıra...
Belli, çaba gösteriyor tanımak için. Karıştırıyor yine sis basan belleğini, aranıyor. Bulunca, tanıyınca seviniyor.
Bir insan, sevecen, gülümseyen tavırlarıyla tanıdığını bildiği/sezdiği yakınlarını, karşısında “Dede, benim” diye seslenen, usulca başını okşayan delikanlıyı tanıyamadığını fark ettiğinde neler hisseder? Neresi, nasıl sızlar acaba...
O dinmek bilmeyen endişe, her şeyin kayıp gittiği o yıldızları uzak karanlıkta nasıl katmerlenir.
* * *
Hatırla(t)mak mı yoracaktır, iyice solduracaktır artık onu?
O bitkin, nafile uğraşı mı...
“Her şeyi unut baba, sadece şu an, bu dakika kalsın” mıdır, yoksa -günahkar- temennimiz.
Paylaş