Paylaş
Mumcu'dan bir yıl sonra, Onat Kutlar’ı da Taksim’de öldüren bombanın kokusu değildi, zarftaki.
Ama barut kokusuydu.
Zarfı, yine bir bombayla kapağı uçmuş, metali bükülmüş posta kutusunda bulmuşlardı.
Karlı Sokak’ta Uğur Mumcu’nun evinin karşısıdaki su deposunun bahçe duvarının kıyısına oturdum. Orada okudum...
Sırtımı duvara verdim; oradaki patlamanın sarsıcı titreşimlerini hissetmek istedim bedenimde... Öyle kolayına hissedilmiyordu.
Mektubu çıkartırken zarfı kül oldu dağıldı.
Karıştı duvarın dibinde, yıllardır üzeri üflenemeyen, örtülü kalan bir başka küle...
Ama Kutlar’ın yazdığı satırlar, her yıl yeniden temize çekilmişti sanki.
Öyle net okunuyordu; el yazısından dökülen harflerin kuyrukları çam iğneleri gibiydi.
Aktarabildiğim bazı satırlarıyla şöyleydi, 30 yıldır hiç eskimeyen mektubu:
* * *
“İyice kurutulmuş çam tahtalarından günlerce rendeleyerek sağlam, geçmeleri sıkı bir tabut yaparlardı.
Geçen mevsimlerin ölüsünü koymak için. Hemen gömerlerdi.
Üstünde güz çayırları sararsın ve izi belli olmasın diye. Hiçbir zaman.
* * *
Nedense hep başka bir şey olacağını sanırdık.
Ama sonra biterdi hepsi.
Arkamızda uyuklayan bir göçer kabilesinin ya da deprem sonrasının karanlık çadırları.
Önümüzde ufku bir mahkeme duvarı gibi kapatan “gelecek”.
* * *
Duvarın dibinde gittikçe kabaran kül yığınları görürdük. Esinti olmadığı için savrulmayan belli belirsiz bir tabaka.
Zaman zaman geleceğin duvarına vurup yanan geçmiş kuşaklardan artakalan kül. Ve daha yenilerden.
Öylece dururduk, kaygılı, sabırsız.
* * *
Kimsenin anlamadığı sözcükler duyardık.
Böylece bir yıl daha geçerdi ve biraz daha egemen olurdu güz yasaları. Boyun eğmeyi biraz daha öğrenirdik.
Öğrenirdi tenimiz günün renklerine uymayı. Ağzımızı kapadıkça kazandığımızı sezer gibi olurduk.
Sabahı gazetelerin demir parmaklıklarla örtülü garip ve dar pencerelerinden karşılamayı öğrenirdik.
Yaşamın kolayca değişmeyeceğine inanmaya başlardık.
Büyüklere sorgulu ve sessiz gözlerle bakan çocukları, kadınları, yoksulları görmemeye çalışırdık.
* * *
Zaman zaman aramızdan birileri çıkardı. Ozan, bilge ya da çılgın.
Yüreklerindeki ölü ozanın sesini bastıramaz ve 'Bahar isyancıdır' diye bağırırlardı.
'Güz yasalarına boyun eğmeyeceğiz. Aşacağız duvarlarını geleceğin. Biz çok eski ve çok genç bir halkız. Kimse durduramaz ırmağını zamanın'.
Duvarı geçip geçemediklerini ise hiçbir zaman bilemezdik.
Başucumuzda sadece suretleri kalırdı.
Keskin bakışlı gözcüler, kül yığınlarının gittikçe arttığını söylerdi.”
* * *
Uğur Mumcu’yu 22 yıl önce bugün, saat 13.26’da öldürdüler.
Suikastin üzerini örten kül, hâlâ duruyor. Tümüyle aydınlanmadı...
Aktardığım “mektup” ise, Onat Kutlar’ın 30 yıl önce yazdığı Bahar İsyancıdır’dan alıntı.
Bir mektup değil, yani... Mumcu’ya da gönderilmedi. Ama satırlarında, sanki O da gizli...
Ki, her “mektup” er ya da geç bir adrese ulaşır.
En sağlam çam tahtalarından yapılmış tabutlar, bir gün gelir dağılır. Toprağa, üzerinde açan çiçeklere karışır.
Ama “kül kalır”; kuvvetli esintiler onu savursa da... Zerrecikleriyle kalır, o da karışır hayata.
Ve külün altındaki kor kıpırdanır, Onat Kutlar’ın dizelerinde:
“Gülümserken bir eşkiya rüzgarın /Söküp uzaklara götürdüğü
Çamağacına
(...) Günlerimi çok eski bir oyunun /Gözgözü görmeyen karanlığında
Ortaçağ panayır soytarılarının /Küt ve kıvırcık sakallarıyla
Durmadan dekor değiştirdikleri /Öfkeli aralığında bırakan
Çamağacına...”
Paylaş