“ADINI Feriha Koydum” dizisini hiç izleyemedim ama, “ad koyma” hevesimizle ilgili bir çok şey geçti aklımdan.
Herşeyin adını koymak istiyoruz hep. Seviyoruz, herşeye isim takmayı... Hatta, adı olanlara bile yeni isimler buluyor/uyduruyoruz kendi dünyamızdan. Öyle yaparsak, dünyanın adlandırdığımız gibi olacağını sanıyoruz belki.
Ya da hayallere karakter kazandırıyor, bu küçük oyun. Bahçedeki küçük papatyalardan “Onlar benim uç uç böceklerim” diye söz ediyor. Bahçedeki eski, küçük süs havuzunun adı ise; Su Sultan. Ihlamur ağacı yapraklarını dökse, “Çıplak Maya”... Mutfak robotunun adı, terminatör. Belki, okuduğu kitaplardan, gördüğü filmlerden geliyor isimler. Buluyor kitabı, kitaplığından. Arasından kurutulmuş papatyalar dökülüyor. Belki, yazılmamış kitaplar yaratıyor kendi edebiyatından. Çevrilmemiş filmler...
Cinnah Caddesi’ndeki çınarlara bakıyor geçerken, “İsimleri ne?” gibilerinden. Ya da bir çocuk bir sap gül uzatsa, ilk sorusu “İsmin ne?”. İsimlerle çaprazlanıyor hayatı, ezberindeki isimlerle çözülüyor bulmaca. Önce ad koyuyor, hiç bilmeden, hiç fark etmeden. Yaşamadan önce, ad koyuyor... Hüznüne ad koyuyor, mutluluğuna, gülüşüne, gözyaşlarına... Koyacağı ad onu ürkütse de, tanımın/tarifin peşinde. Onu ad koymak değil, adını koyamamak yoruyor.
Hayatın enstrümanları, keşke kızılderili adları gibi zamanı geldiğinde kazansa ismini. Zorlamasak, uydurmasak sokakların, yapıların, insanların, hatta ilişkilerin adlarını. Geçmişten birşeyler aparıp, yakıştırmasak. Tamam da, ama ya adlandırdığımız gibi olmazsa hayat!