Paylaş
Birkaç gün önce, Ankara'ya konferansa gidiyordum. Havalandıktan birkaç dakika sonra, dost bir ses selam verdi ve yanımdaki boş koltuğa oturdu. O çok sevip saydığım TEMA Vakfı'nın ışık yüzlü başkanı Hayrettin Karaca'nın yardımcısı A. Nihat Gökyiğit idi bu değerli insan. Bir süre sohbetten sonra çantasından bir tomar çıkardı ve ‘‘Bir müsait zamanda bakarsınız’’ diyerek bana uzattı.
Aldım ve ‘‘bir müsait zamanda’’ okudum. Çok etkilendim. Tahrip ettiğimiz doğanın şikáyetini vicdan iniltisi gibi cümlelerle dile getiriyordu. Bazı kısımlarını okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Ve A. Nihat Gökyiğit Beyefendi'ye hepiniz adına teşekkür ediyorum.
Eskilerin ‘‘teşhis ve intak’’ (insan dışındaki varlıklara kişilik verip onları konuşturma) dedikleri sanatı kullanarak toprağın dilinden şunları söylüyor Gökyiğit Bey:
‘‘Beni yeşile hasret kılarken sizin de işe, aşa, suya, mutluluğa hasret kaldığınızı nasıl anlamadınız?! Ben, sellerden sonra, canlı cansız kayıplarınızdan yanar yakılırken bir kul çıkıp da beni aklına getirmedi. Benim de canlı olduğum, ölünce geri gelmeyeceğim hiç düşünülmedi. Köklerin aç ve açıkta kalmasının sizin aç ve açıkta kalmanız demek olduğunu asla anlamadınız...’’
‘‘Sizin için denizlerdeki, barajlardaki, göllerdeki mezarlara gömülüp şehit oldum da bir taneniz arkamdan yaş dökmedi! Tarım alanlarının amaç dışı kullanılmasını kolaylaştıran yönetmelikler çıkarmayı ihmal etmediniz de beni korumak için bir tek yasa bile çıkarmadınız. Benim hiç mi hukukum yoktu?’’
‘‘Yeşilimi tahrip ederek tarla açanlara tapu verebilmek için ittifakla yasa çıkarmayı bildiniz. En verimli, en sulak yerlerimi yollar, yerleşim alanları ve sanayi tesisleriyle kapattınız.’’
‘‘Koynumda koruduğum yeraltı değerlerini talan ederek beni dünya harbinden çıkmış gibi perişan hale getirdiniz. Benden hep aldınız, helál olsun, ama bana hiçbir şeyi geri vermediniz. Beni yoksul düşürdünüz! Hayvanlarınıza ürünlerimi yedirdiniz de onların dışkılarını olsun bana geri vermediniz.’’
‘‘Benim can dostum meşelerin yapraklarını yem, dallarını yakıt yaptınız yetmedi de meşelerimin köklerini de çıkarıp yaktınız. Benim çığlıklarımı hiç duymadınız!’’
‘‘Ben size ne yaptım da beni tüm dayanaklardan yoksun koyup dirençsiz, takatsiz bıraktınız. Sizden yorganımı geri istiyorum; meşelerimi bana verin!’’
‘‘Ben size her istediğinizi verdim; ben de sizden hiç değilse insaf istiyorum! Siz katlanarak çoğalırken ben tahribinize uğrayıp azalıyorum.’’
‘‘Ben anayım, bunun içindir ki size yatacak yer vermezlik edemiyorum, ama şunu iyi bilin: Korkarım bu gidişle kucağıma uzanıp yatacak bir karış toprak bulamayacaksınız!’’
Evet, toprağın yürek yakan feryadını böyle dile getiriyor Gökyiğit Bey!
Bendeniz, ‘‘Depremin Gösterdikleri’’ kitabımın üçüncü bölümünde, işte bu ‘‘teşhis ve intak’’ sanatını kullanarak depremi konuşturmuştum. Okumadan yazmaya koyulan ve her nasılsa ‘‘gazeteci’’ (!) diye anılan bazı eblehler, bu en eski edebiyat sanatını bilmedikleri için beni yerden yere çalarak (!) şöyle geviş getirmişlerdi: ‘‘Deprem nasıl konuşur kardeşim, böyle şey olur mu?’’
Olur, olur! Olmasına olur da okuyup öğrenmeden yazıp öğretme küstahlığına kalkanların bundan haberi olmaz!
Paylaş