Paylaş
Depremin ardından sadece insan olarak geldin bize, sadece insan için gece-gündüz demeden enkazla boğuştun. Tek amacın vardı: Beton yığınlarının altından bir can kurtarmak.
Sağ olasın, var olasın! Senin gelişini, gülüşünü, gayretlerini asla unutmayacağız! Enkaz altından çıkan çocuklarımızın teninde senin kollarının sıcaklığı var... Seni nasıl unuturuz!
Bu vesileyle bir şey söylemek istiyorum komşu:
Yunanistan'dan, Suriye'den, İran'dan, Irak'tan, Rusya'dan, Ermenistan'dan geldin veya gönlünü kattığın yardımlar gönderdin. Bununla gösterdin ki, istediğimiz zaman gönlümüzü öne çıkarıp yalnız onun sesine kulak verebiliyoruz. Ve böyle davranmak seni de beni de son derece mutlu ediyor. Tüm acılar tatlıya dönüyor.
Komşu, gel şu depremde atılan gönül temeli üstüne çocuklarımız için, yüreklerimiz kadar güçlü ve sıcak yuvalar yapalım! Öyle yuvalar kuralım ki onlarda senin ve benim çocuklar hep beraber olmak istesinler. Beraberlik o yuvaların tadı-tuzu olsun!
Çok mu zor bunu yapmak, komşu? Bak işte aniden bir ‘‘sebep’’ çıkıverdi, denedik ve başardık. Demek ki isteyince yapabiliyoruz, komşu! Biz bunu hep yapabiliriz, komşu! İnan, biz bunun daha iyisini de yapacak güçteyiz. Peki, neden sürekli böyle yapmıyoruz? Engel ne, komşu?
Nimetler, kavgalı iken bile yetiyor bize, kucaklaşmışken nasıl yetmez?! Sen de biliyorsun ki mesele nimet meselesi değil. Şeytan kanımıza giriyor, bizi zehirliyor, komşu.
Şu deprem bizi yıktı ama, Allah şahit, şeytanı daha çok yıktı. Çünkü bu deprem şeytanın ocağına ateş düşüren bir şeye sebep oldu, komşu: Dünya kucaklaştı. Ama bizim için daha da önemlisi, biz kucaklaştık komşu! Peki, bu kucaklaşmayı sürdürüp götürmemizde bizi dalaştıranlardan başka kimin zararı var?
Bak, açık söyleyeyim: Ben, canım çektiğinde hiçbir zorlukla karşılaşmadan, hiçbir kaygı ve burukluk duymadan Atina'ya gelip o ünlü tepeye çıkmak istiyorum. Bazen içime Eski Şiraz'ın ahengi, sesi düşüyor; kalkıp Şiraz erenlerinin mezarlarını ziyarete gitmek istiyorum. Hafız'ın kabri olan bahçede açan gülleri koklamak istiyorum. Bazen Şam'a geçip ‘‘Şam'ın şekeri’’nden yemek istiyorum.
Sen bakma o şaklabanlıklara: Ne Şam'ın şekeriymiş, ne Arap'ın yüzü... Bunlar latife sözler komşu. Dost yüzünün Arap'ı, Acem'i, Yunan'ı, Bulgar'ı olmaz. Dost yüzü hep tatlıdır, hep aydınlıktır, hep güzeldir, komşu. Yeter ki dost, dost olsun...
Allah seni inandırsın, bazen içim tarifsiz bir istekle Arapça konuşmak istiyor. Ben, böyle bir arzu duyduğumda, neden kalkıp bir haftalığına örneğin Bağdat'a gitmeyeyim!? ‘‘Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz’’ diyen söz bizim değil mi?
Komşu, inan ki içim tüm bunları istiyor. Her yıl, bir süre Bağdat'ta, bir süre Şiraz'da, bir süre Atina'da, bir süre Şam'da ve daha başka komşu kentlerde kalmak istiyorum. Ama oralarda içim rahat olmalı komşu, yüzüne baktığım insanlar gülümsemeli...
Sen kalkıp bana pasaport sorarsan, kapıdan girerken yüzünü ekşitirsen, ben senin evinin bahçesinde içim rahat nasıl dolaşayım? Ben sana geldiğimde senin sevindiğini bilmeliyim komşu, sen bana gelince de benim sevindiğimi sana göstermeliyim. Tıpkı şu depremlerde sizin ve bizim çocukların karşılıklı sevinip mutlu oldukları gibi...
Komşu, bizim gibi şartlanmışların inadı uğruna şu çocukların mutluluğunu gölgelemeyelim! Şu kucaklaşmayı, çocukların hatırı için sürekli kılalım komşu!
Allah aşkına, şeytanın belini kıralım!
Paylaş