Zulüm, Kur'an dilinde eşya, insan ve kavramları, olması gereken yerlerinin dışına koyarak hayatı kaosa mahkûm etmek demektir. Kaosun faturasını ödeyecek olansa birey ve toplum halinde insandır...
Şirkin ikinci kötülüğü, ataları ve eski mirası (eşya, olay, yorum, kabul ve zihniyet) eleştiri üstü tutup ilahlaştırmak ve böylece insanoğlunun yeniye ve ileriye giden yolunu tıkamaktır.
İslam Peygamberi'nin, ümmetini örtülü-sinsi bir şirkin felakete sürükleyeceğini ifade eden sözleri tüm hadis kaynaklarında yer alır. Bunun bir anlamı da, Muhammed ümmetini, örtülü bir fosilperestliğin batıracağıdır.
İslam dünyasının bugünkü durumu, bunun böyle olduğunu gösteren tablolarla doludur.
Cahiliye (İslam öncesi dönem) Arabizminin dini olan şirk, çeşitli kılıklarda Kur’an İslamı’nın içine sızarak, Hz. Muhammed'den ve onun tebliğ ettiği kitaptan âdeta intikam almaktadır.
İslam dünyasında şimdilik sadece bir ‘şaz görüş’ (kamusal kabule dönüşmeyen, kıyıda-köşede kalmış görüş) muamelesi gören tecdît (yeniden yapılanma) zihniyetinde ‘çıkış yolu’ olarak sunulan tekliflerin omurgasını, işte bu ‘örtülü fosilperestlikten kurtulmak’ oluşturmaktadır.
Fosilperestlik, kurduğu bir ‘rabler veya şürekâ hegemonyası’ ile Müslüman halkların canına okumakta, bu arada İslam’ı da dünyanın gözünde saygın bir din olmaktan çıkarmaktadır.
Hurafe ve uydurmalar enkazından Kur'an'ın eskimez ve pörsümez yenisine geçiş için, fosilden, yaşayan insana geçmek gerekmektedir.
“Kur'an'da, imana gel ki, iyi insan olasın denmiyor; iyi insan ol ki, imana gelesin deniyor.” (Begoviç; Doğu ile Batı Arasında İslam, 158.)
Begoviç, bu sözüyle ahlakı slogan ve iddianın üstüne çıkaran Kur'ansal diyalektiğin ruhunu çok güzel bir biçimde dile getirmiştir. Kur’an o diyalektiği verirken şöyle diyor:
“Mutluluk, hayır ve başarı, yüzlerinizi doğu veya batı yönüne dönmeniz değildir; mutluluk, hayır ve başarı o kişinin tavrıdır ki Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanır; malı, içinden gelerek yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, yardım dileyenlere, özgürlüğüne kavuşmak için didinenlere verir; namazı kılar, zekâtı öder. Böyleleri, ahitleştiklerinde sözlerine sadıktırlar. Ferahlık ve sıkıntı zamanlarında olduğu gibi, şiddet ve savaş zamanlarında da sabredenlerdir onlar. Özü-sözü bir olanlardır onlar. Sakınanlar da işte onlardır.” (Bakara, 177)
Bu tanrısal açıklama iman ile iddia ve inadı birbirinden ayırırken ahlaksal üretime dönüştürülmemiş bir dinin gösterişten öteye geçemeyeceğini de gözler önüne koymaktadır.
Ahlak halinde yaşanmayan din, şekil ve slogana; şuur haline gelmeyen iman ise iddia ve inatçılığa mahkûm olur.
Slogan, değer üretmekle övünme imkânı bulamayan benliklerin, değer üretenleri övme veya sövme hedefi yaparak tatmin bulmalarının aracıdır.
Slogancılığı, şekli ilahlaştırma tutkusu izler. Ve bu tutku yerleşince de din barış ve huzur olmaktan çıkar, nefsin iştah ve kinini tatmin aracı haline gelir.
O halde, imanın, daha geniş bir çerçevede dinin gerçek anlamda yaşanması nasıl olmalıdır?
Verilen her kuruş, tutulan her el karşılığında eğilen bir baş, bükülen bir bel beklemek insan egosunun doymazlıklarından biridir.
Bu beklentilerle iyilik yapıldığı içindir ki, iyilik yapılanın nankörlüğünü ifadeye koyan birçok söz dünya dillerini doldurmuştur. Türkçe’de bu anlamda epey atasözümüz vardır:
"Besle kargayı, oysun gözünü"
"Bir kendime yer edeyim, bak sana neler edeyim" sözleri bunlardan bazılarıdır.
Unutulmaktadır ki, şikâyet edilen bu nankörlüğün gerçek sebeplerinin başında, iyilik yapanın, karşısındakini minnet ve eziklik altında tutma hırsının tahrik ettiği bir rahatsızlık vardır.
İyiliğin muhatabı, iyiliği yapanın böyle bir beklenti içinde olduğunu sezer ve ezilmek istenen onurunu koruma yolunda, yaradılıştan gelen bir savunma tavrı içine girer.
Bu savunma her zaman Ömer Seyfettin’in ‘Diyet’ hikâyesinde olduğu gibi kendi kolunu kesip atma şeklinde olmaz. Bazen de iyiliği ha bire başa kakanın yüzünü şamarlama şeklinde olur.
İyiliğe nankörlük diye adlandırılan davranış, çoğu kez, zedelenen onurun tamiri uğruna girişilen şuur dışı bir harekettir, bir tür ödünlemedir.
Şirk ise en büyük yıkım, en büyük çöküş, en büyük yozlaşmadır.
Şirk varsa, üretilen bütün değerler işe yaramaz hale gelmeye mahkûmdur. Kur’an, şirki en sarsıcı şekilde tanıttığı Zümer suresinde bakın ne diyor:
“Yemin olsun, sana da senden öncekilere de şu vahyedilmiştir: Eğer şirke saparsan eylemin/üretimin/ibadetin kesinlikle boşa çıkar ve mutlaka hüsrana düşenlerden olursun.” (Zümer, 65)
Bu hüsran mahkûmiyetini insan hayatından kovmanın tek yolu vardır ve o tek yolun kullanılması, dinler tarihinde ilk kez Kur’an tarafından buyruklaştırılmış, mucize bir devrimle insanlığın önüne konmuştur.
Yol, Kur’an’ın açık söylemiyle şudur:
Dindarlık, özgün ifadesiyle ‘takva’ insanlar arasında bir üstünlük ölçüsü olmayacak, sadece Allah ile kul arasında ölçü olacaktır.
Neden?
Çünkü dindarlık üstünlük ölçüsü yapıldığında dindarlığın nimetlerinden yararlanmak isteyen sahtekârlar, yani
Bu bize ilk bakışta garip gelebilir, ama Kur'an'daki şirk kavramını düşünüp Kur'an'ın anlattığı biçimde anlarsak şaşkınlığımız ortadan kalkar.
Kur'an'ın temel düşmanlardan ve ‘en büyük zulümlerden biri’ olarak gördüğü (bk. Lukman suresi, 13) şirk, ne ateizmdir ne deizmdir ne de dinsizlik.
Şirk, varlığını ve kudretini kabul ettiği Allah'ın yanına yedek birtakım ilahlar koyan bir dindir. Ve belki de tarihin en zorlu dinidir.
Şirk, bir ‘dincilik dini’dir.
Şirk, Kur'an penceresinden bakarsanız, peygamberlerin tebliğ ettiği tevhit (hüküm ve tasarrufun tek kudrette olduğu din) dinine karşı, bir panteon dinidir.
Şirk panteonunda Allah korunmaktadır. (bk. Kur'an, Lukman suresi, 25) ancak, Allah'ın yetkilerinden ve söz hakkından panteonun alt ilahlarına da pay çıkarılmaktadır.
Şirk panteonundaki alt ilahlar eşya, nesneler olabileceği gibi, insanlar da olabilir. Daha çok kutsallaştırılmış insanlar olur. Kur’an, bu kutsallaştırılmış şirk tanrılarına şürekâ (Allah’a ortak tutulan kişiler) diyor. Şürekânın en etkin elemanları, yine Kur’an’a göre, ‘şeytan evliyası’, ‘şeytan orduları’, ‘şeytanın ekibi’ olarak tanıtılmaktadır.
Bu şürekâ, din hayatında, tıpkı bir şirketin ortakları gibi devreye girmektedirler.
Onuru zedelenmiş bir insanın acısını, küskünlüğünü hiçbir ekonomik değer gideremez.
İnsan bir anlamda onurdan ibarettir.
Ve ezelden ebede tüm insanlar onurda eşittir.
Kur'an, insanın onurunu ‘izzet’ diye anar. Türkçe’deki ‘izzeti nefs’ tâbir ve kavramı buradan gelir.
İzzet, ilginç bir sözcüktür. Hem onuru hem itibarı hem de gücü ifade eder.
Kur’an, bu esrarlı sözcüğü kullanarak, onur sahibi insanların güç ve itibar sahibi olmalarının kaçınılmazlığına vurgu yapmaktadır.
Kur’an, buna benzer esrarlı kavramlarla buna benzer ilginç vurguları hep yapar. Onun söz mucizelerinden biri de işte bu vurgularda belirginleşir.
Bir mucize vurgu daha:
Dini, dinsizlerden önce, bizzat onu temsil mevkiinde olanların ikiyüzlülüklerine, zaaflarına, çıkarlarına, ve bu çıkarları elde etmek için insanları kamplara bölme tutkularına karşı korumak gerekmektedir.
İnsanlık bu korumayı garantilemek için laiklik kavramını keşfetmiş ve uygulamaya koymuştur.
Kur'an, bu noktada zaman üstü uyarıyı şöyle yapmaktadır:
“Aldatan, sizi Allah ile aldatmasın!” (Fâtır suresi, 5)
Laiklik yoksa veya sadece sözde varsa ‘Allah ile aldatılmak’ kaçınılmazdır.
Allah ile aldatma, yıkımı çok zor fark edilen ve faturası çok ağır olan bir aldatmadır. Çünkü insanın derinliklerine sokulur, onu yüreğinin en sıcak ve en temiz yerinden vurur.
Hem de kahpeçe…
Allah ile aldatmanın, başka bir deyişle, dinin ihtiras ve çıkarlara araç yapılmasının tahribine dikkat çeken Kur'an ayetleri çok ürperticidir.
Tırnak içinde yazmamız bundandır.
Ne yazık ki, bu gerçek insanımızdan asırlarca saklanmıştır.
Daha ayrıntılı verelim:
Kur’ansal düşüncenin temel kabullerinden ve Türkiye’ye İslam adına ilk kez bizim duyurduğumuz gerçeklerden biri de şudur:
Din de amaç değildir, araçtır; amaç insandır, insanın mutluluğudur.
Daha sonraları bazı dinci siyasetçiler bu söylemi, bizden aşırarak ve tabiî ki sırf halkı afsunlamak için kullanmışlardır.
Emin bulunuyorum ki, onların bu gerçekten ne haberleri vardır ne de bu gerçeğe imanları…
Eğer onların bu gerçeğe imanları olsaydı, Türkiye bugün karnını doyurmak için ‘iane çadırlarının izini süren’ yirmi milyonu aşkın insanı barındırıyor olmazdı.