SINIR kapısında doğum yapıyorlar. Şu ana kadar yaklaşık yüzelli doğum. Sınır kapısında, yani tarlada doğum!..
Yirmi kadın doğum sırasında yaşamını yitiriyor. Bu kapı taş duvarlarla çevrili Kalendia Kapısı, İsrail-Filistin sınırında.
Zalim bir coğrafya!.. Zalim bir politika!.. Yıllardır değişmiyor.
İki ülke arasında, sınırı geçince, uzun bir yol uzanıyor. Taşlı, topraklı. Şu anda, no mans land. Yani, kimsenin toprağı değil. Yol, elli yıl önce İngilizler tarafından yapılıyor. Bugün yapıldığı gibi kalmış görünüyor. Öyle taşlı, öyle inişli çıkışlı ki, yol geride kaldığı anda, Filistin tarafına geçildiğinde, sağlı sollu otomobil ve lastik tamircileri sıralanıyor.
*
ZULMÜN bir başka örneği,bir başka sınır kapısında daha yaşanıyor: Gazze Erez Kapısı. İsrail’in Filistin’e ait kapıdaki uygulaması Nazi dönemini andırıyor.
İnsanlar burada çırılçıplak soyunmak zorunda!.. İsrail, insanların üzerinde silah ve bomba arıyor, onun için insanları çırılçıplak soyuyor ve öyle arama yapılıyor!..
Bu kin, bu öfke!.. Filistinlilere böylesine zulüm yapan İsrail, Hitler’in kendilerine yaptığı soykırımı sürekli hatırlamak için, Soykırım Müzesi kuruyor. Müze baştan sona Nazizmin Yahudi katilamını orijinal belgelerle sergiliyor. Orada soykırım!.. Ya şimdi sınırda ne?..
Bu kin, bu öfke!.. Benim içim de, bu uygulamaya öfkeyle doluyor. Ama, asıl hüzün!.. Ve hüzün!..
Ramallah’ta hüznü alabildiğine yaşıyorum. Arafat’ın mezarında ve onun eski, aynı zamanda şimdiki Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın çalışma ofisinde.
*
ARAFAT’ın mezarı çok sade. Camdan kaplı, en fazla yüz metrekarelik alanda bir mezar. Mezarı başında, Filistin’in hüznünü yansıtan onun ünlü fotoğraflarından biri. İnsanın kucaklaması ve öpmesi geliyor içinden. Mezarlık çiçek dolu. Başında üç asker nöbet bekliyor.
Arafat’ın mezarını kazmak üzere, Filistin’in başka yörelerinden işçiler geliyor. Mezarı kazıyorlar ve kimse onları bilmeden, görmeden, geldikleri yere geri dönüyorlar.
Arafat’ın öldüğü gece Filistin’de doğan erkek çocuklara Arafat adı veriliyor.
Ramallah’ta her şeyden hüzün fışkırıyor. Ağaca bakıyorum, hüzün!.. Taşa bakıyorum, hüzün!.. Eve, yola, arabaya, hep hüzün!.. Ya insanlar?.. Onlarda zaten kadere boyun eğmenin vazgeçilmez hüznü!..
Arafat’ın mezarının hemen elli metre ötesinde, çalışma ofisi. Hani, onun son günlerinde İsrail’in suyunu kestiği, elektriğini kestiği, daha da ötesi, bombaladığı ofisi.
Şimdi belli ölçüde onarılıyor. Tavanda florasan lambalar. Formika duvarlar. Teneke kapılar. Tahta sıralar, tahta masalar, tahta sandalyeler. İnsana uzaktan bakıyor. Yine de, her şey tam onarılmış değil. Birbirine bitişik, üç dört ayrı binadan oluşan bir kamp.
*
ONARILMIŞ bölümden dışarı çıkıyorum. Serin, insanı üşüten bir rüzgar.
Uzaktan bir uğultu geliyor. Hayır, bu rüzgarın uğultusu değil. Bu bir başka uğultu.
Kampın en köşede kalan binasından geliyor. Oraya doğru yürüyorum.
O binanın tepesinde,bombanın etkisiyle çökmüş odaların tavanlarından sarkan demir çubuklar ve o çubuklara bağlı taşlar!.. Rüzgarda, bir o yana, bir bu yana, uğultuyla sallanıyor!.. Düştü, düşecek!..
Sallanan taşlar değil, bir ülkenin kaderi!..
Rüzgar haşin estikçe, sallanan taşların çıkardığı sesler ürkütücü. Hüzün şimdi daha da derinleşiyor. Taşları elimle tutmak, sallanmayı durdurmak istiyorum, ne çare!..
Hayatta iken, Arafat’a her gün yemek Norveç Elçiliği’nden geliyor. Arafat’ın çalışma odası şimdi kilitli. Öldüğü gece nasılsa, öyle. Masası, giysileri, çorba kasesi. Su bardağı. Hiç kimse dokunmuyor. İçeriye kimseyi almıyorlar. Müze olarak hazırlıyorlar.
Bir sert rüzgar daha... Uğultuyla sallanan taşlar insanlığın üzerine ağır bir yük olarak düşüyor. Her sallanma, yeni bir yük!.. Yeni bir utanç!..