Paylaş
Kara bulutlar Bolu Dağları'nın üzerini kaplarken, hava sıcaklığı 22 derece. Yolda önceki gibi trafik akışı yok.
Doğa sancılı; dengesi bozulmuş gibi bir sessizlik hüküm sürüyor.
Toprak yorgun, ağaçlar küskün.... Yol üzerindeki kabak, soğan sergileri terk edilmiş...
Bir anda yıkık binalarla karşılaşıyorsunuz.
Ölümün korkunç sessizliğine dalıyor, gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz.
Afet bölgesi burası; hayat durmuş, insanlar çaresiz, kadın çoluk-çocuk ağlamaklı. Lodosun arkasından yağmur ve kar başlıyor.
Herkes Bolu'yu, Kaynaşlı'yı, Düzce'yi görmeli, bir kez daha ders almalı.
Bolu'ya vardığımızda 'kaçış'ı hemen fark ediyorsunuz. Yıkık binalardan eşyalarını kurtarabilenler, kamyonlara yüklüyorlar.
BÜYÜK GÖÇ...
Birisine soruyoruz; ‘‘Nereye?..’’ ‘‘Antalya'ya...’’ diyor.
Göçten kent nüfusu 80 binlerden 23-30 binlere kadar düşmüş...
Bölgeden 'kaçanlar' Mersin, Antalya, Bursa, Muğla, Balıkesir ve Aydın yörelerine akın ediyor. Bunlar da ekonomik durumu iyi olan aileler...
Zaten Kriz Merkezi de, evsiz kalanların 15.4.2000 tarihine kadar başka illerde barındırılmasını teşvik ediyor; kalanlara yeterli hizmet götürülebilsin diye...
Merkezdeki park 'ayıp'lı yazlık çadırlarla dolu... Üzerleri yağmurdan korunmak için naylonla örtülmüş. Bir karı-koca, yastık ve battaniye gibi birkaç eşyayı otomobillerinden indirip çadırlarına taşıyorlar.
Bir ağaca asılı pankartta ‘‘Kaçmak çözüm değil, Bolu'yu seviyoruz, terk etmeyeceğiz.’’ diye yazıyor.
Yolda ana-kız bir şeyler yiyerek kriz merkezine gidiyorlar. Anası, çocuğunun okuyamamasından endişeli. Çatlamış bir binanın altında komşu iki esnaf; biri terzi, diğeri de berber... ‘‘Bolu battı; biz de çöktük. Ne arayan var, ne de soran’’ diyorlar.
Can derdindeyken kim elbise diktirir, kim sakal tıraşı olur?
Isparta'dan gelen bir trafik ekibindeki polis, gayet sevecen bir ifadeyle ‘‘Size yardımcı olabilir miyim?’’ diye soruyor.
Deprem bölgesinde görevlendirilince kendi paralarıyla otobüse atlayıp gelmişler Bolu'ya.... Hiçbir şeyden yakınmıyor, üç polis olarak aynı arabada yatmaktan başka...
Bolu Emniyet Müdürü Uğur Gür'ün çadırdaki makam odası dolup taşıyor. Hemen karşısındaki emniyet müdürlüğü binasını görünce, binanın altından geçen fay'a mı yoksa müteahhide mi küfretmek gerektiğini düşünüyorsunuz.
Peki, az hasarlı binaların bacalarının dahi yıkılmasına ne demek gerekiyor?
Çevre ve insan kirliliğinin en acı göstergesi bu manzaralar...
KÁH AĞLADIK, KÁH GÜLDÜK...
Bu arada Münih'ten gelen orta yaşlı bir kadın, imam olan babası ile annesini Almanya'ya götürmek için pasaport çıkartmak istiyor. Gür, ‘‘Ankara'dan acilen sabıka kaydını soralım, uzatmadan pasaportunu verelim’’ talimatını veriyor.
‘‘1500 polisi aileleriyle yerleştirmeye çalışıyorum; önce çadır, sonra da genel müdürlüğümüzden gelen prefabrike evleri kurmaya çalışıyoruz’’ diyor Uğur Gür... Sözlerini yazdığı, ANAP Milletvekili Yılmaz Karakoyunlu'nun bestelediği yedi şarkısından en sevdiği parçayı dinletiyor. Eşi için yazdığı ‘‘Tam 30 yıl seninle káh ağladık, káh güldük’’ adını verdiği parçayı dinlerken gözleri doluyor. Belki de acısını böyle dindiriyor.
Bürokratlara kimse ucuz laf etmemeli... 'Olay vali' Nusret Miroğlu'nun da, afet bölgelerinde görev yapan diğer kamu görevlileri gibi depremin acılarını yüreğinde hissettiğinden hiç kimsenin kuşkusu olmasın....
En sevilen kurum ise ordu; eli değdiği her şey bir düzen içinde...
ALKIŞLANACAK BİR ADAM
Düzce'ye girdiğinizde, işte 'asıl felaket yeri burası' diyorsunuz.
Kriz Merkezi'nin başında Vali Yardımcısı Orhan Öztürk; altı kaymakamla yoğun bir tempo içinde... Yayınladığı ‘‘Düzce Bülteni' (www.duzce.org) ile yapılan çalışmaları duyuruyor. ‘‘Acılar paylaşıldıkça azalır’’ diyor.
Başbakanlık Kriz Merkezi'nden bir görevlinin uyarısı üzerine Düzce girişindeki parke fabrikasının sahibi Hamit Şerifoğlu'nu buluyoruz.
Şerifoğlu, tesislerini daha geniş bir mekána taşımak üzere Akçakoca yolunda 10 bin metrekare kapalı alanı bulunan bir yer almış... ‘‘Geçmişten beri depremin acısını bilirim. Burasını aldım ama sağlamlığı içime sinmedi. Çünkü, binayı ayakta tutan 9 metre yüksekliğindeki kolonların makasları zayıftı. Onları kuvvetlendirdim, çatıdaki 10 tonluk betonları atarak, yerlerine 650 kilo ağırlığında yeni yapı malzemesi koydum...’’ diyor Şerifoğlu...
Sonuç mu? Düzce'de ayakta kalan tek bina bu... Ne yazık ki, bu gibi fabrika tesislerini yapan Pekintaş prefabrike firmasının bütün yapıları yerle bir... Bu kocaman hangarda şimdi bölgenin tüm deprem malzemesi stoklanıyor. Ya böyle bir tesis olmasaydı? İnsan bunu düşünmek bile istemiyor.
Şerifoğlu'nu önce devlet adamları, sonra da Düzceliler kutlamalı, önünde saygıyla eğilmeli...
Depremzedelere bir şeyler yapılıyor ama şu çadır konusu yok mu?
Enkazın altından kurtulan canlar bir de karın altında donmasın.
Nereye çomak
sokmuşuz
İSTANBUL Minibüsçüler Odası Başkanı Ali Kemal Aktürk'ün marifetlerini, minibüs esnafı üzerindeki baskılarını yazdık; kanayan yaraya parmağımızı basmış gibi bin ah işittik. Sayısız telefon ve faks mesajından birkaç seçme cümle...
‘‘Nasıl yazdınız, korkmuyor musunuz? Bu sistemin başı Derviş Günday'dan başlayarak Ali Kemal Aktürk'e kadar uzanan bir zincirdir. Kanımız emilmektedir. Altın yumurtlayan tavuk gibi minibüsçüler her ay soyulmaktadır. Ne Maliye, ne devlet kendisinden hesap soruyor. Bu paralar nereye gidiyor? Minibüs duraklarını kim soyuyor. Yazdıklarınız yüzde yüz doğrudur. Allah sizden razı olsun.’’
Bu konuda Kutlu Aktaş'tan Eyüp Aşık'a, Mülkiye müfettişlerinin teftiş raporundan Fatih Adliyesi'ne kadar yazacak o kadar şey var ki...
Aktürk'ten
ilginç savunma
İSTANBUL Minibüsçüler Esnaf Odası Başkanı Ali Kemal Aktürk, dünkü ‘‘Minibüs Odası bir anda 600 milyon topladı’’ yazısı üzerine bir açıklama yaparak, ‘‘Dürüstlüğümle, babamın çabasıyla, çalışkanlığımızla bugünlere geldim’’ dedi. Açıklama özetle şöyle:
‘‘İstanbul'da trafik tesciline kayıtlı M serisi 5.600 minibüsten 1500'ü odamıza bağlıdır. Geri kalanı ise, 21 odaya kayıtlıdır. Bahsettiğiniz 20 bin minibüs yoktur. Minibüs esnafından aldığımız tarife bedeli bazı duraklarda 35, bazılarında da daha ucuza satılmıştır. Odamız 20.10.1999'da Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın denetiminde, tarife gelirlerinin muhasebe kayıtlarına geçirildiği görülmüştür. Minibüs hatları 80-100 milyar değil, 50-60 milyar civarındadır. Ancak bu minibüs plakaları 40 milyardır. 20 milyarı arabanın fiyatıdır. İsterseniz size İstanbul'da 1000 minibüsü 40 milyardan alalım. Bu minibüsler değerli ise, bunun diğer rantı bizim değil sahibinindir. Değerli minibüs sahibinin rantı beni ilgilendirmez. Kendi minibüslerimde muavinlik yaptığım doğrudur. Babamın imkánı çok olan bir aileye mensubuz. Devletle iş yapmadık, yararlanmadık. Altı minibüs sahibiyim. Trabzon'daki otelimizin 4 yıldızlı olduğundan bahsediyorsunuz; müsaade edin kendi arazimizin üzerine 85 yataklı bir otel yapalım. Çırağan Oteli'nde oğluma düğün yapıp yapmayacağımı size soracak değilim. Düğüne harcadığımdan çok gelirim olmuştur. Bu konuda vicdanım rahattır.’’
Paylaş