Paylaş
Hafif sarhoş olduğu için yanakları azıcık kızarmış genç kızın.
Kıvrımlı, dolgun, güzel bir endamı var.
Belki biraz da içkinin etkisiyle son derece rahat hareketleri.
Masadan kalkıp dans etmeye başlayınca ona odaklanıyorum.
Ama bir süre sonra o adeta soyutlaşıyor.
Adeta buharlaşıyor ve bir siluete dönüşüyor.
Sonra taş haline geliyor.
Fatih Kıztaşı’ndaki kanatları çoktan kırılmış uzun elbisesi ipeksi tenini yalayarak kıvrım kıvrım topuğuna değen kız o.
Lübnan’da, Dionisos tapınağında, rölyef şeklinde ölümsüzleşmiş mutluluk meleği o.
Hayır hiç tanımadım o kızı.
Benimki bir fantezi, soyut bir hayal, bir estetik bakış açısı.
Bir sembol.
Başkalarının dayattığı yaşam tarzını sorgulayan, kendi kaderini kendisi çizmek isteyen özgür kız simgesi.
Ne zaman ve nerede olduğu önemli değil.
***
Bunları düşünmeme neden olan okuduğum nefis bir deneysel kitap.
Lawrence Osborne yazmış. ‘The Wet and The Dry - Islak ve Kuru’. Islak ile kastedilen alkol tüketiminin yaygın, sarhoşluğa yaklaşımınsa hoşgörülü olduğu bir dünya.
Kuru ise, Pakistan gibi uyuşturucu bağımlılığı ciddi bir sorun olsa bile, alkol, özellikle şarap tüketiminin yasaklandığı, yasaklanmasa bile tabu olduğu dünya.
***
Hayır, alkol tüketimini teşvik eden, özendiren bir kitap değil bu.
50 yaşlarının ortalarında, çok görüp geçirmiş, acı çekmiş, fakirliğin ne demek olduğunu uzun süre tatmış, çok okumuş, donanımlı bir gezginin seyahat anılarından bahsediyorum.
Lübnan, Dubai, Amman, New Jersey, İstanbul, Pakistan, Mısır...
Daha çok İslam dininin hâkim olduğu ülkelerde alkol peşinde koşmuş ve o ülkelerde yaşayanların alkol konusuna yaklaşımlarını irdelemiş.
Ama bir ölçüde bu bahane.
Kitabı ilginç kılan, derine inen ve çuvaldızı kendisine batıran bir iç hesaplaşmayla bazı çarpıcı gözlemleri bir arada bulundurması.
Takdire şayan kılansa kolay yargılara varmayıp, kimseyi suçlamaması.
Bir sosyal antropolog gibi empati kurup, anlamaya çalışması.
Hiçbir zaman ahkâm kesmiyor yazar.
Örneğin çok değerli bir müzisyen olan kayınpederinin ailesini ve kendisini mahveden alkol tutkusunu ve 44 yaşında sirozdan ölümünü çarpıcı bir dille anlatıyor.
İstanbul’da, Samyeli Sokak’ta bir yılı aşkın süre yaşarken, sabah ezanı ile her sabah uyandığını söyledikten sonra hep yakın zamanda vefat etmiş sevgili annesini düşündüğünü ve bir süre içki içmediğini belirtiyor.
Çok basite indirgemeyip karikatürleştirmiyor olayı Lawrence. ‘Kuru’ dünyada kendilerine yaşam alanı bulmaya çalışan ‘ıslak’ adacıklar var. ‘Islak’ dünyada da ‘kuru’ ortadan kalkmış değil.
***
Temelde sorun içki içip içmemek de değil.
Sorun, püriten yani gelenekleri ve dini bahane ederek bireylerin özgür seçimlerini kısıtlayan ve onları kontrol altında tutmak için her türlü hazza savaş açmış dünya görüşü ile karşıtları arasındaki mücadele.
Yazarı cezbeden Batılı ülkeler değil.
Hazzın doruğuna çıktığı Doğulu ülkeler.
Özellikle de Lübnan ve Beyrut.
Beyrut’ta bulunan barların uzun süre yaşadığı New York’takilerden çok daha ilginç olduğunu söylüyor.
Beyrut’un ‘müezzin ile alkol satılan barın birbirlerine sataşmadan yan yana yaşadıkları tek Ortadoğu kenti’ olduğunu söylemesi de ilginç.
Favorisi Pera Palas
Ya İstanbul?
İstanbul bölümünde şarap seçeneğinin çok az olduğunu ve bulabildiklerinin de rafine olmadığını söylemekle yetiniyor.
Kendisi aynı zamanda damağı çok iyi bir şarap uzmanı ama İstanbul’da rakıya odaklanmış.
Beyrut’ta arak içerken kendisini mutlu hisseden yazar, İstanbul’da rakı içerken daha çok içine kapanıyor, yakın zamanda kaybettiği annesini ve ölümlülüğü düşünüyor.
Favori barları ‘mide bulandırıcı ve anlamsız’ bir şekilde renove edilmiş dediği Pera Palas ve Bebek otellerinin barları.
İstanbul’un beton canavarlarını ve çevreyollarını tepeden seyrederken eski kozmopolit İstanbul’u çok seven annesinin özellikle spiral şeklinde ve birlikte uçan martıları çok sevdiğini söylüyor.
İstanbul anıları alkole gerek olmadan insanı mest ediyor.
Paylaş