Paylaş
Erol Simavi benim ikinci babamdı. O da benim için “manevi evladım” derdi. Eşimi ve çocuklarımı da kendi evladı gibi gördü.
Onunla ilk tanıştığım anı ve yaşadığım heyecanı hatırlıyorum. Gazeteden aldığım telefonla kendisini Kopenhag havaalanında karşılamam istendi. Bana “sakın kendisi sormadan bir şey söyleme ve sorma, kendisi sormadan cevap verme” dediler.
Gün geldi, kendisini karşılamak için havaalanına gittim. İçimde hem heyecan hem de korku vardı. Çok disiplinli, prensipli olduğunu, zaman zaman çalışanlarını test ettiğini duymuştum. Aprona kadar girebilme kartım olduğu için kendisini uçağın kapısında karşıladım.
Yüzünden babacan bir İfade ile “buraya kadar nasıl girdin? Aferin” dedi.
Arabama bindik, kendisini D Angletere oteline götürdüm. Ertesi günü İsveç’teki yazlığına gittik. Yaklaşık 2 saat süren yolculuğumuzda hiç konuşmadım. Söylendiği gibi sadece sorularına yanıt verdim.
O günden sonra Danimarka, İsveç, Almanya hiç yanından ayırmadı beni. Yemeğe davet ederek Ailemle tanıştı. Eşimi ve çocuklarımı çok sevdiğini söyledi. Her Danimarka’ya gelişinde kaldığı otelde, lüks restoranlarda eşimi ve çocuklarımı ağırladı, “kızım bana kuru köfte yapsın” diyerek eşimin hazırladığı yemekleri yemek için evimize geldi.
O kadar centilmendi ki, restoranlarda kızlarımdan biri ve eşim masadan kalkacak veya masaya gelmiş olsa kalkar sandalyesini tutardı.
Kendisinden hiçbir talebim olmadığı halde, halen daha kullandığım arabamı o hediye etmişti.
Kendisiyle birlikte olduğum zamanlar, bazı insanlara yardıma ihtiyacı olan çalışanlara veya tanıdıklarına nasıl yardım elini uzattığını çok iyi bilirim. İyilik yapmak için talimat verdiğinde “yapılan yardımın benden gittiği belli olmasın” derdi. Kısacası yaptığı yardımı adından bahsettirmek veya kendisine teşekkür ettirmek için yapmazdı.
Onunla ilgili o kadar anım var ki tamamını buraya yazmam mümkün değil. Ama o büyük insanla olan anılarımı bir kitapta toplayacağım.
Erol Simavi, kendisiyle röportaj yapmak isteyenleri hep geri çevirmiştir. Onun resimlerini gazetelerde dergilerle görmek, onunla ilgili yazıları okumak mümkün değildi. O istemeden kimse onun hakkında yazı yazamaz, resmini yayınlayamazdı.
Bütün bunları bildiğim için kendisine “röportaj yapabilir miyim?” diye soramadım. Sadece bir gün “efendim hiç anılarınızı kaleme almak isteyen oldu mu” diye sordum. Bana “oğlum galiba sen yazmak istiyorsun. Ben senin karşına geçip sorularını yanıtlamam ama benimle o kadar çok berabersin ki notlarını al bir gün yazarsın” dedi. Ben notlarımı almadım ama onunla olduğum hiçbir anı, konuşmayı unutmadım.
Bir gün bir kitapta toplayıp, okurlarımla paylaşacağım. Onun tüm güzel yönlerini anlatacağım.
Benim kendi öz babamdan sonra tanıdığım en dürüst, en ciddi, en prensipli, en centilmen, en yardımsever, kısacası gerçek eski bir İstanbul beyefendisiydi.
Bel ameliyatından sonra doğrulamadı ama ona en çok dokunan şey gazeteyi satmak oldu. Biliyorum ki gazetenin satışı onun ömründen 20 yıl aldı.
O benim ikinci babamdı. Eşim ve çocuklarım için de öyleydi. Onun için onun ölümü beni birçok insandan, belki kendi öz ailesinden de fazla etkilemiştir.
Sağlığında bana “beni öldüğüm yerde defnedin” demişti. Ancak buna karar vermek veya söylemek kendi öz ailesi varken bana düşmezdi.
Cenazesinde olmak isterdim ama çok geçerli bir nedenle olamayacağım. O beni hisseder. Ruhun şad, mekanın cennet olsun baba diyor, tüm genç meslektaşlarıma onu öğrenip, örnek almalarını tavsiye ediyorum.
Türk medyasının çınarı, ustası, babası, patronların patronu aramızdan ayrıldı. Yaşadığı sürece babasının dediği gibi kalemini kırdı ama satmadı.
Paylaş