Paylaş
Herşeyden önce, Türkiye üzerinden AB ülkelerine akın akın kaçan, duygusuz insan tacirlerinin ellerinde hem mallarını, hem canlarını kaybeden çaresiz insancıkların göçü önemli ölçüde kontrol altına alınabildi. Son günlerde açıklanan rakamlar bu yoldan AB'ye giden mültecilerin sayısında beklenen azalmanın gerçekleştiğini gösteriyor.
Son yıllarda karşılaşılan uluslararası göç hareketlerinin temel nedenlerini adaletsizlik, haksızlık, diktatörlük, iç savaş ve terör gibi unsurlar oluşturuyor. Dolayısıyla, göçün kontrol altına alınması kadar bu nedenlerin de ortadan kaldırılması ve daha adil yaşam koşullarının yaratılması için çalışılması da önem taşıyor.
Türkiye'nin bitişik komşu coğrafyası hem göçün kaynaklandığı hem göçe sebep olan unsurların da yoğun biçimde odaklandığı yer. Türkiye'nin bir yandan Suriye'den gelen milyonlarca mülteciyi barındırmak için çaba sarfederken, bir yandan da bu göçe neden olan unsurların ortadan kaldırılması ve Suriyelilerin kendi vatanlarında yeniden huzurlu bir yaşama kavuşturulmaları için uğraştığını özellikle vurgulamak gerekiyor.
İkinci konuda Türkiye'nin uluslararası toplumun desteğini alamamasının nedenlerinin başında Türkiye'nin Ortadoğu'ya ilişkin dış politikasındaki hatalar geliyor. Hatalar tarafsızlığın yitirilmesine, tarafsızlığın yitirilmesi güvenilirliğin ve inandırıcılığın yok olmasına yol açtı. Türkiye'nin bu algının değişmesi için yeni bir Ortadoğu politikası geliştirmesi, gizli bir gündemi olmadığını ikna edici biçimde göstermesi gerekiyor.
Suriye'li mülteciler krizi AB'nin Türkiye'ye bakışını yeniden gözden geçirmesi sonucunu doğurdu. Ancak bu yeniden bakışın niteliksel bir değişiklikten kaynaklanıp kaynaklanmadığı henüz tam olarak belirginleşmedi.
AB şu sırada kendi içinde ciddi sorunlarla meşgul. Haziran ayında Birleşik Krallık'ta yapılacak olan referandumun sonucu ne olursa olsun, "evet" ve "hayır" oylarının birbirine çok yakın olması bu konuda ada toplumunun ciddi bir kutuplaşma içinde olduğunu gösteriyor. Bu kadar keskin bir kutuplaşmanın sonunda, AB ile Birleşik Krallık yollarını ayırmasalar dahi AB geleceğini yeniden tanımlanmak zorunda kalacak.
Bütün bu sıkıntıların gündemde olduğu, üstelik 2017 yılının hem Almanya hem Fransa'da seçim yılı olduğu bir dönemde Suriye'li mülteciler krizinin bir şekilde kontrol altına alınması gerekiyordu.
Türkiye'nin AB ile mülteci krizi üzerinden yürüttüğü pazarlığı iyi yönettiği ileri sürülmekte. Uzun zamandır durağanlaşan Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir hareketliliğin sağlandığı doğru. Bu hareketliliğin Türkiye'nin üyelik müzakerelerine yeni bir ivme kazandırdığı da görülüyor. En önemli gelişme ise "vizesiz Avrupa seyahati" konusunda beklenmekte. İşte bu noktada Avrupa sıkıntılı. Usulen başlatılsa dahi, birçok AB üyesi ülke bu uygulamayı kerhen yürürlüğe koyacak, muhtemelen de askıya almak için türlü bahaneler arayacak.
Vizesiz Avrupa seyahatini dış politikanın iç politika açısından görülmemiş derecede araçsallaştırıldığı bir dönemde dış politika değil iç politika yansımaları açısından okumak gerekir. Oysa gerçek dış politika başarısı için daha atılması gereken çok adım, katedilmesi gereken çok mesafe, ikna edilmesi gereken çok çevre var.
Türkiye'nin bazı AB ülkelerinin gözünde hem mülteci akınının hem IŞİD terörünün durdurulması için bir tampon bölge olarak görüldüğü sır değil. Dolayısıyla, AB çevrelerinde hem vizesiz Avrupa'nın, hem Türkiye'ye vaat edilen üç milyar Avro'nun, hem de üyelik müzakerelerinde görülen hareketliliğin bu maksatla Türkiye'ye verilen "makul tavizler" olarak kabul edilmesi gerektiği savunuluyor. Bu da AB'nin Türkiye'ye bakışında niteliksel bir değişim olduğu yönündeki ümit ve beklentileri zayıflatıyor.
Türkiye Suriye'li mülteci krizi üzerinden AB ile başlatmış olduğu güçlü diyalog zeminini sürdürülebilir kılmak için "makul tavizler"le yetinmemeli. Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler Avrupa Güvenliği'nin temel payandalarından biri haline getirilmeli. Geleceğin AB'sinin şekillendirilmeye başlandığı bir dönemde, Türkiye AB'ye üyelik perspektifini sadece müzakerelerin seyrine, kaç fasıl açıp kaç fasıl kapandığına, vizesiz seyahat olanağının elde edilmesine ve sürdürülebilir kılınmasına yönelik çabalara indirgememeli.
AB'nin de Türkiye'nin de ortak menfaatleri göç ve mülteci krizinin kontrollü şekilde devamını sağlamak yerine, göçün nedenlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik bir işbirliği başlatmak olmalı. Bunun için Türkiye'nin Ortadoğu politikasında önemli değişimlerin gerçekleşmesi gerekiyor elbette. Zira bu değişim Türkiye'yi AB açısından bir külfet olmaktan çıkaracak, yeniden önemli ve vazgeçilmez bir ortak haline getirecektir. Bu dönüşüm de AB'nin Türkiye'yi bir "tampon bölge" olarak algılaması yerine sorunlarına birlikte çözüm aradıkları bir "ortak alan" olarak görmesini sağlayacaktır.
Gerçek dış politika başarısı Türkiye'nin AB'nin geleceğine yönelik arayışlarda yapabileceği katkının dikkate alınmasıyla elde edilebilir. Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde bu şekilde niteliksel bir dönüşüme ihtiyaç var. Aksi takdirde "makul tavizler" bir süre sonra "artık ihtiyaç kalmadı" anlayışıyla kolaylıkla geri alınabilir.
Paylaş