Paylaş
Onbeş gün içinde aynı tek parti iktidarı seçim sonucunda olmayan ikinci büyük hükümet değişikliğini yaşayacak. Bu değişikliğin en önemli unsurunu da Başbakan'ın değiştirilmesi oluşturacak.
Hükümete yapılan her iki müdahalenin başrolünde aynı şahsiyetin olması kadar her iki değişimin yedi yıllık sürelerle gerçekleşmesi de ayrıca dikkat çekiyor. Demek ki, tek parti iktidarı da olsa, sürekli seçim de kazansa, yedi yılda bir hükümete ayar verilmesi gerekiyormuş.
Türkiye'nin dış politikasında kendi bölgesinde dengeli, Batı ile uyumlu ve eşgüdüm içinde sürdürülen dış ilişkileri önemseyen uygulamalarla bunun aksini savunan, evrensel değerleri küçümseyen bir yönetim anlayışının yansıdığı dış politika uygulamaları arasındaki rekabet son zamanlarda giderek arttı.
Birinci anlayış Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra 2009 yılına kadar dış politika uygulamalarındaki ağırlıklı etkisini sürdürebildi. 2000'li yıllarla birlikte Türkiye AB üyelik müzakerelerinde hızla ilerleme yoluna girmiş, 2009 yılının başında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi olmayan üyeliğine seçilmiş, komşularıyla olan ilişkileri her açıdan olumlu gelişme kaydetmeye başlamıştı.
Türkiye'nin soğuk savaşın yarattığı koşullarla tanımlanan stratejik önemini kaybettiği ileri sürülen bir dönemde bu şekilde artan bölgesel etkisi Batı ile Doğu toplumları arasındaki yakınlaşmayı ne kadar başarılı biçimde sağlayabileceğinin anlaşılmasına yol açmış, stratejik önemi de bu parametreler içinde yeniden ve daha güçlü biçimde tanımlanabilmişti.
Bu gelişmeler Türkiye'nin toplumsal gelişimini de olumlu etkiliyor, çevresinde bulunan komşu halkların ve toplumların Türkiye'ye hayranlıkla bakmalarına yol açıyor, onların demokratikleşme hayallerini gerçekleştirebileceklerine olan inançlarını güçlendiriyor, onlar için bir ilham kaynağı olabiliyordu.
Bölgesinde bu denli etkin bir aktör olmaya başlayan Türkiye'de iktidarın sanal özgüven yanılgısı kısa zamanda Batı ile eşgüdüme ihtiyacının kalmadığı inancının da güçlenmesine yol açtı. 2009 yılından itibaren başlayan bu dönüşüm bir yandan dış politikada başına buyruk olmayı iç politika için maharetle kullanılan bir malzemeye dönüştürürken, bir yandan da iç politikada giderek artan özgürlük ve demokratikleşme sürecini doğu toplumlarına özgü bir otoriterlik anlayışının kontrolü altına almayı hedefliyordu.
2011 yılından itibaren başlayan Arap Uyanışı ile birlikte, Türkiye'ye dayatılmak istenen asıl dönüşümün dış politikaya yansıyan cilası döküldü, foyası ortaya çıktı. Bu durum dış politikanın iç politikaya malzeme yapılmasını değiştirmedi, aksine bu kullanımın daha da keskinleşmesine yol açtı. Ancak dış politika artık tıkanmıştı. Ne Batı Türkiye'yi güçlü ve Doğu ile Batı'yı özümseyerek sentezleştirebilecek bir aktör olarak görebiliyordu artık, ne de Doğu Türkiye'yi kendini Batı'ya yakınlaştırabilecek bir ilham kaynağı olarak algılayabiliyordu.
Yapılması gereken Batı ile uyumlu ve eşgüdümlü politikaların dış politika yapımında yeniden dikkate alınması ve Türkiye'nin dış politikasının bilinen tarafsız, dengeli, sentezci özelliklerine yeniden döndürülmesiydi. Suriye krizi ve oradan kaynaklanan mülteciler sorunu ile IŞİD terörünün meydan okumaları Türkiye'ye olduğu kadar Türkiye'nin uzaklaştırıldığı düşünce sistemine de yeni bir fırsat yarattı. İlişkiler yeniden belli parametreler içinde bir çerçeveye oturtulabilir, Türkiye'nin stratejik konumu yeniden bilinen dengeli ve sentezci yaklaşımlarla buluşturulabilirdi.
İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesi çabaları, Suriye'li mülteciler krizi üzerinden AB ile varılan mutabakat ve tüm bunların iç politikaya olası yansımaları olarak 2013 koşullarına geri dönüldüğü takdirde Kürt sorununun çözümü için diyalog sürecine de geri dönüşün değerlendirilebileceğinin işaretleri bu farkındalığın sonucuydu.
Bu gelişmeler sağlanabilirdi. Ancak o zaman 2009 öncesi koşullara da geri dönülecek, Türkiye yeniden Batı ile uyumlu ve eşgüdüm içinde sürdürülen sentezci bir dış politika ile demokratikleşmeyi de özümseyen bir iç politikayı içselleştirerek bütünlemek zorunda kalacaktı. AB'nin vize serbestisi için önerdiği kriterler bunu gerektiriyordu.
Son birkaç gün içinde alınan tüm işaretler, önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmelerin dış politikada da iç politikada da beklenen dönüşümün sağlanmasına yardımcı olmayacağını gösteriyor. Sentez oluşturabilme olasılığı görülünce bunu düşünenlerin tasfiye edilmesi ve antitez olmaya devam edilmesi tercih edildi. Bu da Türkiye'nin geleceğine yönelik olarak ürkütücü planlamaların bulunduğu düşüncesini pekiştiriyor. Bu koşullar altında AB ile varılan mutabakatın sürdürülebilirliği de tehlikeye giriyor. Böyle olumsuz bir gelişme olduğu takdirde kusuru AB'de aramamak gerekir.
Türkiye'de değişmesi gereken çok şey var. Dış politikanın değişmesi kadar ona yansıyan iç politika anlayışı ve uygulamaları da değişimden nasibini almalı. Ancak değişmemesi gereken tek şey var. O da Türkiye'nin laik ve demokratik bir topluma sahip olabilmesinin garantörlüğünü üstlenen parlamenter sistem ve onun sağladığı çoğulcu sivil toplum yapısı. İç ve dış politika önümüzdeki kısa vadede değişmese dahi, mevcut sistem ileride değişikliğin er veya geç yaşanabileceğinin ümitlerini canlı tutuyor. Sahip çıkalım.
Paylaş